Ana içeriğe atla

PARALEL EVREN HİKAYELERİ; YOUR NAME HERE UNITED F.C.



Hep inandık, yine inanacağız.

Nesnel tarihi kendine yamayıp ortaya alevli, değişik bir salata yapan şefe diğer hafta gidip "şef geçen geldiğimden yap" dedik, o da yaptı. Biz gittikçe o salatasını yaptı, biz yedik. Biz yedikçe o asıl yaptığı salatanın tarifini unuttu.

"O" yalnızca bildiğini "unuttu", yapabilecekleri ile para "kazandı". Kazandıkça salatasına farklı sebzeler koydu, koydukça salatası lezzetlendi.

Biz de yedik. Sadece yedik.

Ona inandık, çünkü çorbası da güzeldi. Ama çorbayı güzel yapan salatasıydı.



Bölüm 1; Ottoman 

Çalıştığım şirketin Kuveyt'de şirket uzantısı var. Kriz ortamında her parası olan şirket gibi bizimkiler de Kuveyt ve Japonyadan birer, iflas etmiş, hazır şantiye sahası yükleniciliği hakkını satın alıyorlar. Benimle birlikte üç kişi daha gidecek, hakediş raporları hazırlayacak. Bariz ayak işi olduğu için koşa koşa gitmiyoruz, ama biri "Tokyo iyidir olum gider biraz gezeriz" diyor. Gidiyoruz.

İlk olarak Kuveyt'e gidiyoruz. Gider gitmez şantiyeye uğrayıp bir bakınıyoruz, herşey olumlu. Akşam olunca "usta bizi otele götür baya bir yorulduk" diyoruz, otele gidiyoruz. Ertesi gün çıkıp şantiyeye yine gidiyoruz, işimiz pek yok zorlama prosedür kağıtlarını hazırlayıp, raporları İngiltere'ye fakslıyoruz, sonrası anlaşma kağıtlarını imzalatıyoruz. Orada işimiz bitiyor, haydi biraz gezelim diyoruz.

Al-Kuwait denen şehirdeyiz oradakilerin söylediğine göre. Garip bir durum, ülke ve şehir ismi aynı. Şehir bariz yeni yapılanan ve değerleri hiçe sayılan her doğu kenti gibi aynı. Oryantalist histeriler değil bizimkisi, hakikaten bir sokakta dünyanın en ünlü mağazaları varken hemen karşı sokaktaki dükkanların hali içler acısı. Hani şu meşhur tanımlama vardır ya; "Seksenlerin Moskovası, yetmişsekizlerin Bristol'ü, altmışüçbuçukların Şişlisi" vb. Bu tarz tanımlamalara kıl olurum ancak şehir seksenlerin Ankarası. [Sanki Seksenli yıllarda Ankarayı görmüşüm, Peh!]

Biraz geziyoruz, akşama doğru bir bara giriyoruz. Barın kapısı nasıl bir tezahürdür ki dışarısı ile içerisi tamami ile farklı. İçerde erkekler ile birlikte oturan kadınlar, bol muhabbetli masalar. Arkadaşlar İngiliz pek durumun farkında değiller ama ben pek kanıksıyorum. Zira havaalanında taksiye bindiğimde [Ki taksi dediğime bakmayın, içi dolunca hareket etti] bir kadının yanına oturunca şöfor kızarak birkaç birşey söylemeye başlayınca ben anlıyorum kadının yanına binmişim farketmeden. Kadını yiyeceğiz ya ondan kızıyor şöfor, hay Allah!

Akşama bardan çıkınca ortada ne bir taksi ne de bir Allahın kulunu bulabiliyoruz, tekrar bara girip oteli arıyorum. Onlar bir servis getiriyorlar, otele gidiyoruz. Otele gidince karnımın acıktığını farkediyorum. O sıra adi köfte dutchman'e "dur olum karnım aç bırak Swansea'yı, Luton'u, gidip bir karnımı doyurayım" diyorum. Aşağı inip yakınlarda lokanta arıyorum, Bir tane buluyorum. İçeri girip karnım aç diyorum, anlamıyorlar. Elimle bir iki işaret yapınca oradan biraz İngilizce bilen bir çocuk gelip "dediz dıradişinal fot, diz delişoz" deyince "tamam lan getir ne getirirsen, eah eytera bea" deyip yemeğimi bekliyorum. Aa! İt herif bizim bildiğimiz adana kebabı yapmış, yanında ezmesi de var. Diyemiyorum da "la

n çakal bunun neresi dıradişınal fot, bu safi adana kebabı" . Korkuyorum da, şimdi gidip "ben Türküm olum bunlar Türk mutfağı yemekleri" diyemiyorum, Nazi Soup kılıklı aşçı "No dıradişınal fot for you" falan der diye demiyorum böyle böyle diye. Yemeğimi yeyip çıkıyorum, otele gidiyorum. Gece uçağım var Tokyo'ya. Yalnız kebabları çok acıymış, midemi yakıyor.


Bölüm 2; Empire

Kuveyt'de dikkatimi çeken şeyler oldu aslında. Kentin oryantalist havası Arap kapitalizmi ile birleşince ortaya son derece garip bir şehircilik ve kültür birikimi çıkmış. Arap modernizasyonu ile paraların saçıldığı Arabistan mimarisi Kuveytde pek görülmüyor. Bu ironinin yanılsamasını ülkenin yahut o toprakların tarihinde bulabiliyoruz.

Kuveyt Osmanlının başarısız olduğu yerlerden biri. Başarısızlıktan kasıt herhangi bir demografiye bağlı kalınmaksızın Osmanlının bölgeye uyguladığı Tarım Fiskalizmi(gelircilik) sayesinde Osmanlıya yamansada nesnel tarih bize o bölgede petrol ortaya çıkınca İngilizlerin bölgeye gelip, Osmanlının yetişemediği merkantilist ayaklara sarılıp Bölgeyi Osmanlıdan ayırma çabaları olduğunu ve bunda da gayet başarılı olduğunu belirtiyor. Tipik Osmanlı çıkmazı.

Evet Dostlar, Osmanlıyı hep övüyoruz, hep övdük. Osmanlı eserleri adı altında sarayları, hanları, hamamları gezerken "vay amuoym be, Ne büyük bir imparatorlukmuş kanka" dedik. Ama okuduğumuz müfredat kitapları, gezdiğimiz saraylar işin "salata" kısmıydı, kabul edelim.

Bugün Türk insanının kendini yönetene muhalif olamaması, sürekli yukarıdakilerin boyunduruğunu esasında kabullenmediği halde kabullenmiş gibi görmesi, Birey halinde ses çıkarabileceği halde "bölgesel ideoloji üstünlükleri" sayesinde Leninist gibi gözüken ama bir o kadar samimi Anadolu gerçekleri ile örtülü olmasından kaynaklanmaktadır.

Köylünün gelişmesini ve şehre sıçramamasını, şehirdekilerin büyüyüp kendine, hanedana rakip olmamasını isteyen, Beylik kültürü ve korkuları içerisinde olan Saray'ın 1000 yıl önceki Roma dönemi "Çifthane Sistemi" ile halkı "tımar" etmesi ile başlıyor aslında herşey.

"Reaya Fukarası" koymuştu şark bunun ismine, Garp ise Buharlı makineler. [Halil İnalcık]

Osmanlı "imparatorluk paradoksuna" yakalanınca yani bir anlamda fethedeceği yerler bitince "ganimet" olayını bugünkü kuramsal iktisatçıların dahi akıl, sır erdiremedeiği ama sonuçları hala bugün Türk insanın profilinde görüleceği Öşür, Örfi vergileri ile halkı tarıma endeksli ve toplumu "karınca kararınca" doyurup Yönetime/boyunduruğa baş kaldıramayacak şekilde tarihinin 400 yıl sonrası görülecek "Sosyalizm" mefhumunu ve sistemini aslında o gün, yıllar öncesinden kuruyordu. Ama tek bir farkla; doğu ve orta doğudaki araziler Anadoludaki gibi hazine arazilerinin köylülere işlet-kira öde mantığı gibi değil bizzat bölge aşiret liderlerine teslim edilmişti.

Yani doğudaki vergilendirme Anadoludaki gibi emek kaynağı olarak hane halkı, koşum gücü olarak bir çift öküzün oluşturduğu tarımsal etkinliğin sonuçları değil, büyükçe aşiretlerin herhangi bir kazasker yapılanmasına tabi tutulmadan toplanan vergiyle müşterek idi.

Yani doğuda ortada ne bir Devlet olgusu ne de Modern devletin unsurlarından olan yargı, yürütme gibi kuruluş ve gerekçeler yoktu. Herşey hala bugün dahi görülen ağa-maraba komedyasından ibaret idi. Marabanın devleti ağa, Ağanın devleti Saray idi. Ta ki petrol çıkana kadar.

Osmanlı kendini idare edecek hatta ekonomisini güçlendirecek sosyalist devlet yapılanmasını belki bilerek belki bilmeyerek kursa dahi bu ekonomik yapının bozulması merkantalist yapılanma ve bunun sonucunda hammadde için dünyaya yayılan sömürücü güçlerin ekonomik ali-cengiz oyunları oynaması ile sağlanmıştır. Nasıl bir ironidir ki, İngiltere hammadde için Anadoluyu ve Akdeniz Tüccarlarını seçmiş, işlediği hammaddeyi Anadoluya Osmanlıdan aldığı kapütilasyonlar sayesinde kârlı bir biçimde sokmuştur. Bu örnek bile Osmanlının uyguladığı Ekonomik planın ne kadar bozguna uğradığının açıkca göstergesidir. İşler bununla yetinmeyip petrol çıkmış doğu mevzillerindeki baş kaldırmaya yönelince Osmanlı ellerindeki şark arazilerini bir-bir herhangi bir savaş cephesi oluşmadan vermiştir.

"Şark Fukarası" koymuştu Garp bunun(Osmanlının) ismine, Osmanlı ise "Enderun". [Halil İnalcık]

Dünya artık yeni bir ekonomik ve Siyasi yapılanmaya girerken Osmanlı hasta adam yakıştırmasının sahibi oluyor ve Saray kendi halkının başkaldırısından korkuyordu, Tıpkı 200 yıl önceki Fransız senatosunun korkuları ve kabusları gibi*.


Bölüm 3; Kahraman

Japonyaya klişe bir tanımlama "uzunca bir yolculuk sonrası" varıyoruz. Bizimkisi hamallık, direkt şantiyeye gidiyoruz. Tokyo'daki şantiye biraz sorunlu çıkıyor, ama kelepir fiyatına olduğu için direkt kabul ediyoruz yüklenici firmalığı. Birkaç saat daha orada oyalandıktan sonra uyku sorunu baş gösteriyor bizim ekipte, gidip direkt uyuyoruz. Sabah bir kahvaltı yapıp şantiyeye gittikten sonra "bir plan yapalım akşama çıkalım" diyoruz, kimse yanaşmıyor. Bizim çakallar direkt işi bağlıyorlar, hani buralara kadar geldik "geyşa, meyşa anlarsın ya ehehe "diyorlar, onları kendilerine bırakıyorum. Ben otele gidip birşeyler atıştırıp uyumayı tercih ediyorum. Otele girmeden karnımı doyurayım, gidip bir duş alıp yatayım derken otelin etrafında yiyecek birşeyler ararken baya bir vakit kaybediyorum. Yahu arkadaş bir tane yemek yiyecek bir yer bulayım, yok işte yok. Afedersin hep bir bok, püsürük yapan yerler var, neyse damak tadı eleştirilemez. Bari otele gidip sipariş edeyim diyorum, bu sefer oteli bulamıyorum. Neyse ki birine soruyorum söylüyor. Yalnız dikkat ettimde caddelerde akşam populasyonu muazzam yüksek. Bir yerde salı pazarı falan mı kuruldu diye düşünüyor insan. Herkes aceleci bir yerlere yetişmeye çalışıyor, neyse.

Otele gidiyorum, diyorum böyle böyle. "Köfte, möfte yok mu , en azından mac falanda mı yok?" diyorum. Yarım saat sonra getiriyorlar. Duş alıp yatıyorum. Ertesi gün uyku sorunu biraz düzeliyor, şantiye biraz zorlayınca "olum o kadar geldik buralara akşama birşeyler yapalım" diyorum yanımdakilere. Bizimkiler geçen geceden memnun kalmışlar, "olur abi ne olursa yaparız" modundalar. Şantiyede Avustralyalı bir eleman var, akşama sizi Karaoke'ye götüreyim diyor, orada pek bir meşhurmuş. Şantiyeden çıkınca "bari buraya gelmişken elektronik aletler alalım" diyoruz. Hakikaten ucuz, birkaç birşeyler alıp otele gidiyoruz.

Otele gidince msn'i açıyorum. Adi köfte dutchman "abi bu Barış Manço Japonyada neden meşhurmuş biliyor musun" diyor?. Tamam yalan söylemeyelim, sadece bir çeşit şehir efsanesinden bahsediyor. Dediğine göre Manço Japoncada kadın cinsel organı anlamına geliyormuş. "Yalnız bunu sor millete, öğren" diyor. İyi de birinin yanına gidip "hey mançonun anlamı Japonca'da buymuş doğru mu? ehehe" diye de soramayız. Tam o sıra odanın kapısı çalıyor, otel çalışanı bir çocuk; "abi dolaptaki içecekleri değiştirmemi ister misiniz?" diye soruyor. Tamam değiştir diyorum. Bu değiştirirken "ehehe ben Türküm, işte akşam gezmeye çıkacağız karaoke falan, var mı başka gezecek yerler?" deyince bu başlıyor anlatmaya. Nasıl beğendiniz mi Tokyo'yu deyince; "Pek gezemedim ama genel itibari ile beğendim, Barış Manço buraları pek bir gezmişti eskiden, izler dururduk ehehe bu arada Barış mançoyu tanıyor musun" diye soruyorum. Bu ilk başta anlamıyor, bir kaç kez daha söyleyince " Badis mankou?, biliyorum tabi" tadında birşeyler söylüyor, yalnız bıyık altından da gülüyor. "N'oldu yeğenim beğenemedin mi, ne gülüyorsun it herif? diyemiyorum, soramıyorumda mançonun anlamı bu mu? diye" Bu hala sırıtıyor, gıcık oluyorum. Dutchman hala msnde bekliyor o sıra. Japonca ingilizce çevirisi yapan bir siteye giriyorum.

Dostlar acı ama gerçek; Bizim Manço Japoncada .... söyleyemeyeceğim.. bizim manço ühühü....şeymiş ulan, şeymiş işte.

Akşama karaokeye gidiyoruz, baya kalabalık bir ortam var. Bizimkiler önceden gece onbire yer ayırtmışlar. Sıra bana gelince hafiften alkolun etkisi ile dj'ye gidip bağırıyorum; Barış manço var mı Barış manço? Bu anlamıyor ilk başta. Elimde mikrofon olduğunu unutup "Manko ulan Mankoyu istiyorum işte" deyince etrafda bir an sessizlik oluyor. "Manko mu dedi? Manko mu? Manko dedi ehehe Manko dedi" konuşmalarını duyunca koy g.tüne nasıl olsa beni bir daha görmezler diyorum. Hani oradan biri gelip "Abi ben Aksaraydan geliyorum , eğlence lazım mı eğlence?" dese bu kadar tepki çekmezdi, neyse. Tam bu olaylar yaşanırken Dönence şarkısı başlıyor, yalnız benim sırama kadar şarkıların sözleri çoğu ingilizce yansıyor ekranda, Bizimkisi bir başlıyor Japonca. Dj'ye dönüp "bu ne lan? bakışı" atıyorum, kırık ingilizcesi ile "diz sang oni jepen larik" diyor. Bu da mı "dradişinal lan ama yuh" diyorum. Kendime yediremiyorum söyleyeceğim arkadaş ben bu şarkıyı. Japon ellerinde yıllarca t.şak muamelesi görmüş Barış abimizin gururunu yerlerden kaldırmak istiyorum. Yalnız sözlerini bilmiyorum, şarkıyı hafiften Jumpin' Jack Flash şarkısına benzetince başlıyorum Rolling Stones şarkısını bizim dönenceye yamamaya. Biraz emprovize oluyor ama millet yiyor. Sahneden inerken "Fuckin Hillarious man!", " Hey yo funny man, yo gorgeous!" lafları duyuyorum, kulise giderken asistanıma "yalnızca içlerinden en güzellerini al içeri" diyorum.

Durun oğlum! hemen ağzınızın suyu akmasın. Şarkıyı yarıda bırakıyorum. Sahneden inerken atılan domatesleri toplayıp Japonyada salça fabrikası kuruyorum. Kazandığım parayla sahil kasabasına yerleşiyorum, bak yine.

Otelde sabaha karşı olan uçağım için hazırlanmaya başlıyorum ertesi gün, msnde yine dutchman var. Şunu yaz, bunu yaz diye terör estiriyor. Bu çocuk iflah olmaz, gözlerini yoda hırsı bürümüş.

Bölüm 4; Fırkateyn

Biz Türklerin huyu değil aslında bu, tarihi bilinmezlikleri efsanevi olaylara bağlayıp ortaya X-Files kıvamında bir mitoloji çıkarmak. Bu genelde insanların sahip olduğu medeniyetleri yahut inandığı kişilikleri üst mertebede görme isteğiyle alakalı bir durum. Yıllar öncesinde Yunan medeniyetinde yaşayan ve Hadesten, Posedion'dan korkan bir köylüye, Hindistanda sırf kast sistemine inanıp buna umutla bağlanan ve bu dünyada fakirlikten kırılan insanlara tüm bunların düzmece olduğunu anlatmaya çalışsak, muhakkak inanmaz bize.

Umut etmiştir abimiz, umut etmenin ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu bilmeden. Açlıktan, fakirlikten dolayı önüne konan salata ve çorbanın cazibesine kapılmıştır, bu hikayenin düzmece olduğunu anlatmaya çalışan adamın laflarını havada bırakarak..

Daha öncesinde blogda Portsmouth hakkında karalamıştık , bu yazı kulüp logosu ile ilgiliydi.

İnternet'de epey bir dolanıyorum boş zamanlarımda, bir yazı gördüm Portsmouthla ilgili. Portsmouthda Türk Bahriyelilerin mezarlığı ve bununla ilgili tarihsel bir gelişmeleri anlatan yazılar, sürüsüyle hemde. Tarihin mitolojik yanını kullanarak süslü kelimelerle "aziz bahriyeliler", "kahraman askerler", "genç fidanlar" gibi süslenen bir yazı hazırlamak kolay elbette.

Hikayeye göre 1850 yılında Osmanlı iyi niyet elçisi tadında İngiltereye bir gemi yolluyor. Ve oraya giden askerler İngilterede yaygın olan salgın hastalıklar sayesinde çok geçmeden ölüyorlar tıpkı İspanyol askerlerin kızamık mikrobuyla öldürdükleri Aztekliler gibi.

Hikayenin "askerler" kısmı doğru olabilir, yadırgamıyorum. Ama sırf bu olaydan dolayı koskoca bir kültür birikimi ve geçmişi olan Şehrin futbol kulübünün logusunun Ay-yıldızlı logoya sahip olmasını bu tarz mistik hikayelerle süslemek pek olası değil, kaldı ki daha önceki bir yazıda bunun böyle olmadığını anlatmıştık. Drogheda United F.C ile ilgili bir yazı da bu efsaneyi destekleyen bir yazı olarak nette var. Ama hikaye bir yerlerde sıkışıyor sürekli, "İngiliz ve Türk kaynakların açıklamadığı", "Osmanlı tarihçilerin böyle bir gemiden haber olmadığı", "Eski bir İngiliz bahriyeli Albay'ın Belgeleri sakladığı" tadında cümleleri yazının içinde olayı "mistikleştirme doneleri" olarak kullanmak yazıyı/hikayeyi kısırlaştırıyor.

Halbuki, Sultan Abdülaziz döneminde ordunun halk ile birleşip Sarayı kuşatma planları içinde olduğunu fark eden Saray yönetiminin halktan topladığı vergilerle oluşturduğu Deniz donanmasını haliçe zincirleyip donanmayı eritme ve bozma işlemini fark eden Britanya Krallığı Elçisinin, Kraliyete mektup yazıp "Majesteleri burada bozulmak ve dağıtılmak üzere toplanmış, demirlenmiş kelepir gemiler var, isterseniz alalım beş-on tane ehehe" tadındaki kelimeleri ile başlıyor hikaye, pardon salata, aslında efsane, neyse.


Biraz daha salata?


-------
Kaynakça; Taner Timur, Osmanlı Toplumsal Düzeni , İmge Yayınları S. 132-197
Halil İnalcık, Osmanlı İmparatorluğunun Ekonomik Tarihi, Eren Yayınları
Mehmet Genç, Osmanlı'da Devlet ve Ekonomi, Ötüken Neşriyat
-------

By Joe Jonese Ateşdağlı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

FERDİ

Ablam aradı dün sabah.Hove Albion'un reserve idman sahasına Londra'dan Tottenham koçları geliyormuş," acaba" diyor, bizim yeğen gitse miymiş. "Abla" diyorum "hepsi para tuzağı, seçmelere belli bir ücretle girilir" diyorum. "Voliyi vurur giderler, olan çocukların hayallerine olur" diyorum.Anlamıyor.Yok yok bu sefer ki böyle değilmiş, enişten öğrenmiş diyor. Bizim komşular da çocuklarını yazdırmışlar, senin onlarla bağlantın vardır, ara öğren diyor. Tamam seni birazdan ararım deyip kapatıyorum telefonu.Ayıptır söylemesi kolumuz biraz uzun Brighton'da, kulüpten bir arkadaşımı arayıp soruyorum. Doğru Joe, üç gün burada seçme yapacaklar, ilki bugün saat birde diyor. İşin ucunda ali-cengiz oyunu var mı diyorum, yok bedava diyor. Tamam bizim yeğeni kaydet o zaman. Ailesiyle gelecek, yapabilirsen kıyağını esirgeme diyorum. Kapatıyorum telefonu. Ablamı arıyorum."Abla ben yeğenin kaydını yaptım, çocuğun ayakkabısı, çorabı bilmem neyi yok...

GİDİYORUZ!

Flying Dutchman Blog ekibinden Joe Jonese Ateşdağlı 'yı zannederim ki blog takip eden futbol sevdalısı kitle artık ziyadesiyle biliyordur. Kendisi, yarın akşam oynanacak Merseyside Derbisi nedeniyle başından geçen bir Merseyside deplasmanı anısını bizlerle paylaşmak istedi. Seve seve dedik. Kendisine teşekkür ediyor ve ekliyoruz; Biz o Everton Reisini bulduk, tahsilatı yapıyoruz Joe . Hesap numaranı mail atarsan, hemen ödemeyi gerçekleştirebiliriz :-) GİDİYORUZ ! King Santillana birkaç hafta önce "Geliyoruz" demişti esasında, "Gidiyoruz" kalmıştı. Belli ki futbolu izleyenler için naif bir tanımlama idi bu, yıllardır uzaktan rekabeti izleyip kırmızıları yahut mavileri tutmanın verdiği "maç sonucu" sevinci ile futbolun aslında fikstür yahut sadece futbol topu olmadığını tribünden izleyenler için evet, "Gidiyoruz" yarım kalmıştı. Usta bizim bir yarım vardı, n'oldu sahi ona? 91' yılının son günleri. Yatılı lisede okuyoruz o...

BABAMIN TAKIMI

Babamın ölüm yıldönümü bugün. Çoğu zaman düşünürüm. Babam bana ne kattı? Onunla daha neler yaşayabilirdim? Babam gibi olabilir miyim? vesaire vesaire. Kafamda metalar var işlenmemiş; ne zaman kokulu silgi görsem 3-4 yaşında iken aşık olduğum komşu kızını hatırlarım, yüzünü bile hatırlamam, ama o silginin kokusu hiç bir zaman silinmez duyumdan. Dedemin Türkiye'den getirdiği halının desenindedir benim geometrik bilgim, o halıya bakarak öğrenmişimdir üçgeni, beşgeni. Bugün çelikten konstrüksiyon yapabiliyorsam bunun sebebi babamın beni oturtup matematik çalıştırması değil, o halının üzerindeki desenlerde, ağzımdan çıkarıp yuvarladığım sakızla oynadığım parmak adam maçlarındandır. Sırf genlerim farklı olduğu için çoğunluğu İrlanda göçmeni çocuklardan oluşan göçmen ilkokulu yıllığı fotoğrafında kabak gibi bir tek benim siyah renkli olmam değildir kafama taktığım, müslüman diye altıpasta müsait bir pozisyonda pas atılmayışıdır aslında. Bunların hepsi bir nevi bab...