Bölüm 4; Palyaço
Siz yaptınız değil mi gençler bunu?
diye soruyordu bize Rajmund Kazimir, nam-ı diğer Ray Reis.
Evet, biz yaptık diyemedik o an. Ama kaçışan gözlerimizin ifadesi, onun kadar
yıllarca samimiyetsiz gözlerin ilgi noktası olmuş odağında eriyip "Evet,
biz yaptık reis" halini alıyordu.
Çünkü o bir "palyaço" idi.
İnsanların samimiyetsiz göz bebeklerini parlaklaştıran bir mesleği, meşakatsiz
kıyafetlerle yıllar boyu babasının kurduğu sirkte bir palyaçoluk yaparak
geçiştiren birinin aynı samimiyetsiz bakışların altında yatan mânaları
insanların hal ve tavırlarından anlamaması pek pek âla mantıklı değil, öyleydi
de zaten.
Hepiniz beni idare ediyorsunuz değil mi?
diyordu yaşlı Kurt. Max lakaplı bizim tayfanın liderine yönelerek; Max sana
Old Trafford'un hikayesini anlatmıştım değil mi? diye soruyordu bu sefer. Max bize yönelerek anlamsızca bakışlar
atarken devam etti Ray Reis; Oraya neden Hayallerin Tiyatrosu diyorlar biliyor
musun? Çünkü orayı yapan tüm işçilere stad bittiğinde Salford dükü tarafından
Lord ünvanı verileceğini söylemişler. Garibimler, hepsi inanmış buna, hayal kurmuşlar.
Hayal kurdukça daha hızlı çalışmışlar. Daha hızlı çalıştıkça stadı hemencecik
bitirmişler. Peki bu İrlandalı işçiler stadı bitirince nereye götürülmüşler?
Nereye götürülmüşler biliyor musun? Savaşa, güneydeki cepheye. Peki hiçbiriniz
düşünmüyor mu, yahu bu adamlar aptal mı? Hiçbiri Lord olduğunu sandığı halde
neden savaşa götürüyorlar bizi dememiş midir sizce? Demişlerdir ya, demişlerdir
tabi ki. Ama onlara, onların Lord olduklarını ve savaşta cephelerin onlar
tarafından yönlendireleceğini söylemişler. İnanabiliyor musunuz?
Hepsi yine hayal kurmuşlar, yeniden. Mermilerin, batarya atışlarının
üzerlerinde hayal kırıklığı oluşturamayacağı kadar vakitleri olmadan. Çoğu
ölmüş. Peki niye? Hayal kurdukları için.
Babam neden Polonyadan geldi biliyor musunuz gençler? diye soruyordu bu sefer
bize. Esasında bu hikayeyi çok dinlemiştik. Uzun deplasman yolculuklarında
otobüsün mikrofonunu alır anlatır dururdu bize, biliyorduk hepsi kurmaca
gibiydi, ama o alkol seviyesinde Ray Reis'in hikayeleri Gülüver'in hikayeleri
gibiydi.
Jesse James ve abisi iç savaş yıllarında Missouri eyaletinde sıradan bir çiftçi
iken Kuzey birliklerinin James ailesinin topraklarını işgal edip akrabalarını
kıyımdan geçirince Jesse James ve beraberindeki ailesi topraklarını terk ederek
konfederasyon yanlıların aralarında bulunduğu gerilla birliklerine
katılmışlardır.
Jesse James kısa sürede kişiliği ve karizması ile bir çete kurmuş ve gerilla
ile Kuzey ekibi ile çatışmaya başlamıştır. James'in kurduğu bu çete günden güne
büyüyünce değişen savaş koşullarında etkin bir rol oynamış ve Gerilla komutanı
James çetesini güneye yani Texas cephesine yollayarak orada çetesi ile günden
güne ilerleyen kuzey cephesine karşı cephe oluşturmasını istemiştir.
James biraderler Texas'da başarılı bir biçimde savaşmış ve adlarını duyurarak
büyük bir ün kazanmıştır. İki yıl süre zarfında cepheden bir sonuç çıkmayınca
ve İngiliz birliklerinin Amerikada neden savaşdıkları sorgulanmaya başlanınca
savaşın sebebi ve ikilemleri baş göstermiştir. Tekrar eski topraklarına yani
Missouriye dönen Jesse James topraklarının aslında Amerikalı yerlilere iskan
edildiğini görünce bir hayli yıpranmış, sistemle ilgili kafasında soru
işaretleri ortaya çıkmıştır.
Savaşta kazanan olmadığı gibi James çetesinin karşı tarafla savaştığı ve savaşı
gerillaların kazanıldığı lanse edilse dahi kaybedenin kendisi ve ailesi
olduğunu fark etmesiyle bir çeşit "Amerikan anarşizmi" oluşturmak
için kafasında o gün oluşmaya başlayan düşüncelerini Texas'a dönüp beraber savaştıkları
Younger çetesine aktarmaya başlamıştı.
Artık biliyorlardı ki savaş Milliyetçilik duyguları ile değilde sırf zengin
Amerikalı ve İngiliz savaş sanayicileri ve bankerlerinin daha çok zengin olmak
için ortaya çıkardıkları bir savaş idi. Bu belki de Amerikada tıpkı orta çağ
Avrupasının hümanist düşünceler ile sistem ve bozuk işleyen yönetimi
değiştirmek için uğraştıkları Rönesans devrimine tekabül eden anarşist
davranışlar oluşturacaktı. Bir farkla; Bu sefer anarşinin elinde silah ve
mermiler vardı, kağıt ve kalem değil.
Jesse James sistemden intikamını almak
için yıllar boyunca büyük soygunlar yaptı. Iowa'dan Jersey'e kadar tüm
Amerikayı dolaşmış ve istihbaratını aldığı trenleri soyarak büyük sanayicilerin
tekerine çomak sokmuştur. Soyduğu trenlerden sadece kasaların içindeki paraları
alıp yolcuların paralarını almaması ve trenlerden çaldığı paranın büyük kısmını
geldiği topraklardaki küçük çiftçilere dağıtması onu halkın arasında Robin Hood
yaptı.
Jesse James halk arasında etik bir iş yapmasa dahi o kadar seviliyordu ki, ünü
medya sektörünün olmadığı, posta trenlerinin bile ülkenin bir ucundan diğer
ucuna dört günde gittiği bir ülkenin tamamında tanınır oldu. Hatta ünü o kadar
yayıldı ki o zamanın tabloid gazeteleri onun adına çizgi romanlar düzenledi.
Lakin bu çizgi romanlar ve hakkında yazılanlar her efsanevi şahsiyeti ve
yaşadıkları olayları olduğu gibi göstermeyip abartma yolunu tıpkı Jesse
James'in ününde de bu yolu seçti. Artık Jesse James tüm Amerikada bir ilah,
sisteme başkaldırışın sembolü idi. Ama yıllar geçtikçe hükümetin bu
başkaldırışa karşın özel dedektifler tutması, Jesse James çetesinin iç
yapısındaki çatışmalar Jesse James'i inzivaya çekilmesini sağladı. Üstelik
James'in kellesine biçilen parayı duyan halk James'e tapmayı bırakmış ve onu
bir an önce ele geçirmek için yerel güçler ve koruyucular olarak birleşmeye
başlamıştı.
Jesse James eski ününü kaybetmiş ve yaşlanmaya başlamıştı. Birgün artık iyice
yıpranmış çetesiyle mezrada saklanırken yanına Robert Ford adında bir genç
çocuk ,yanında üç kişi ile çeteye katılmak için başvurdu. Robert Ford, James'in
çetesinde bulunan Charley Ford'un kardeşi idi. Ve Jesse James hakkında
yazılmış, çizilmiş hemen hemen tüm hikayeleri biliyordu, onu taparcasına seviyordu.
Nitekim bu çocuğun kendisi hakkındaki bilgileri ve efsaneleri duyan James
çabucak etkilenmiş ve bu çocuğu çeteye almıştı.
Yıllar geçtikçe James'in popülaritesi düşmüş ve James sıradan bir insan haline
dönüşmüştü. Çetesinin içerisindeki bozuk yapılanma ve içlerinde muhbir olacağı
düşüncesi James'in paranoyak bir kişiliğe dönüştürmüştü. James artık sarrafı
olduğu insan kimliği üzerinde kafa yormayıp insanları kendinden uzak tutmaya
başlamış, insanları güvensiz, samimiyetsiz olarak görmeye başlamıştı. James
bırakın insalara güvenmeyi onlarla artık konuşmuyor ve hiçbir ilişki
kurmuyordu, bunak bir hal taknıyordu. Çete elemanlarının çetede ömür boyu
çalışsalar dahi kazanamayacakları parayı, James'in kelle parasında bulan çete
elemanlarının ne düşündüklerini fark eden James yanına koruma olarak Robert ve
Charley biraderleri alıp ailesiyle doğduğu topraklara dönmüştür.
Issız topraklarda Ford biraderlerle yaşayan James'in kişiliği yaşamı boyunca
yaşadığı olayların nevrozları ve histerik davranışları ile birleşince kişilik
bölünmesi yaşamıştı. Ford biraderler bu eski ünlü gangster'in davranışlarını
artık çözemiyor, kendilerini öldüreceklerinden korkuyordu. James ise kimseye
güvenmediği gibi Ford kardeşlerine de güvenmiyordu, onların kendisini
öldüreceğini düşünürken takındığı hal ve tavırlar Ford kardeşleri korkutuyordu.
Ta ki bir güne kadar; Jesse James artık bu kuşkucu kişiliğine dayanamayıp
silahını salonundaki kanepenin üstüne bırakarak mahsustan arkasına dönerek
duvardaki çerçeveli resme bakarak Tozlanmış galiba bu çerçeve derken
aslında Ford kardeşlerinin kendisini öldürtmek istemişdir. Nitekim Ford
Kardeşlerden Robert silahını doğrultarak James'i kafasından vurmuş ve öldürmüştür.
Bu bunak ve modası geçmiş, güne ayak uyduramayan gansgsteri öldüren Ford
biraderler artık çetenin lideri olmuşlar ve James'in ününden daha büyük bir üne
kavuşmuşlardı. Ford Biraderler ünleri sayesinde ülke çapında o güne değin tüm
zamanların rekor gişelerini yapan "Jesse
James'i nasıl öl
dürdüm"
adlı tiyatro düzenlemişler ve büyük para ve şöhret kazanmışlardı.
Bölüm 1; Sirk;
Birgün akşam üzeri barda oturuyoruz. O sıralar bar sahibi aramızda toplanan
parayla langırt masası almıştı, meşgalemiz oydu. Barın kapısı içeri hızlıca ve
hiddetli bir biçimde giren Max için açılmıştı. Max içeri girip arka masayı
işaret etti bize. Biz biraz savsak davranınca kızmaya başladı; Beyler kime diyorum? Acil bir konu var
toplanın diyordu.
Sakinleşmesi için bir bira kapıp yanına yaklaştığımızda konuşmaya başladı Max
reis hiddetlice; Ben artık bu bunak herifi anlayamıyorum. Adam resmen bizi
birleştirmek için değilde parçalamak için uğraşıyor. Başkan'ın bizim gruba
verdiği parayı üniversitede okuyan çocuklara vermiş. Biz şimdi deplasmana
yürüyerek mi gideceğiz? Pankartları karımıza mı diktireceğiz? Bu bar nasıl
ayakta duracak? Soruyorum size ne yapacağız beyler, soruyorum? Yeter artık bu
adamın bize yaptıkları. Babasının Sirki değil burası Brighton Tribünü, ne
yapmalıyız bilmiyorum bu adamla artık diyor Max Reis. Tek bildiği var, neymiş
Brighton tribününü kendisi yapmış, neymiş Fulham tribünü bizim palyaçoyu
görünce ayağa kalkarmış, eskiden on kişi varken şimdi binlerce kişi deplasman
maçlarına gidiyormuş, soruyorum beyler size peki şimdi kaç kişi gidecek
deplasmana? diyor bağırarak. Telefonla Tod Bush reisi arıyoruz. Tod reis yarım
saat sonra geliyor. Dışarıda sağanak bir yağmur başlıyor.
Bizimkiler kendi aralarında konuştuktan sonra bizi çağırıyorlar. Beyler biz Tod
ve Bridge ile karara vardık o Yahudinin bizimle işi kalmadı diyor. Southampton
tayfası ile şu sıra aramız iyi onlarla aramızda olay çıkarıp Bizim yahudiye
artık tribünde biz varız mesajı vermemiz uygun düşmez. Zaten adam bunak anlamaz
mesajdan, şimdi size anlatacaklarımızı iyi dinleyin diyor. Ve anlatmaya
başlıyor...
Biz dört kişi gece iki suları Charlton'un efsanevi oyuncusu ve aynı zamanda
bizim o zaman ki menajerimiz olan Steve Gritt'in evinin önüne gidip gece mavisi
renginde spor modeli Ford arabasının ilk önce tekerlerini bıçakla delip,
yırtıyoruz. Ön ve arka camı ayna anda indirip, arabanın tavanına birkaç sert
beyzbol sopası darbesi ile darp ettikten sonra patlayan ön camından arabanın
içine üzerinde "Takımı düzgün yönet,
yoksa buradan defol git- Reis Rajmund Kazimir" notu bulunan kağıdı
atıyoruz. Hatta patlamış ama dağılmamış camı içeri doğru iterken adaşım Joe'nun eli ciddi bir şekilde kanıyor. Sesleri duyan
mahallelilerden birinin açılan ışığını görüne topukluyoruz oradan. Gece Max'i
arayıp işlem tamam diyoruz. Gençlik işte, A takımı tadında zırvalıklar
yapıyoruz.
Ertesi gün hiçbirşey olmamış gibi gidiyoruz bara. Kimsede tık yok. Biraz
bekliyoruz olay duyulmuş mu acaba diye? Henüz kimse duymamış, nitekim kimse o
konu hakkına konuşmuyor. Ertesi gün pazar günü Max bizim Alban'ı aramış çabuk
gelin bara, birşey belli etmeyin orda diyor. Alban kapıma dayanıyor. Heyecan
yapıyor, bara gidiyoruz.
Ray reis içeride oturmuş, kendi yaşıtları ile oturuyor. Yüzünde sanki o olaydan
haberi olmamış bir hava var. Biz otururken bakışlarımız yanlış anlaşılmasın
diye langırt oynamaya başlıyoruz. İçeri Max reis giriyor, yüzünde hiçbirşey
olmamış tavrı ile esprili bir biçimde herkesle selamlaşıyor. Bize selam
veriyor. Ooo, Ray Reisde buradaymış
diyor. Ray reis birasının sonunda kalan kısmını sevmezdi, al şunu bana bir bira
getir diyor Max'e. Max bira musluğundan birayı doldururken birden konuşmaya
başlıyor Rajmund reis;
Siz yaptınız değil mi gençler bunu? Siz yaptınız değil mi? Hepiniz beni idare
ediyorsunuz değil mi? Burada bulunan herkes hemde, herkes beni idare ediyordu
değil mi?
Max sana Old Trafford'un hikayesini anlatmıştım değil mi? diye soruyordu bu
sefer.Anlatıyordu hepimizin yüzüne tek tek bakarak.
Babam neden Polonyadan geldi biliyor musunuz gençler? Maceracı ruhundan dolayı
mı? Yoksa İngilterede şehir şehir gezip sirk kurmak için mi?
Hayır, sadece Yahudi olduğu için geldi
buraya. Karısı, Babası, Kardeşi aşağılık adamlar tarafından öldürüldüğü için
geldi buraya diyor. A hadi Yapma Ray, bu hikayeyi bize yüzlerce kez
anlatmıştın diyor Max lâkayıt bir tavırla, doldurduğu birayı masaya koyarak.
Babam elimden tutup gemiyle getirmişti beni buraya. Ne Annemin, ne amcamın
yüzünü hatırlıyorum. Tek hatırladığım havasız bir geminin içinde babamın elimi
tutarken, gemiye vuran dalgaların sesi. Hepsi bu. Sizinki gibi bir çocukluğum
olmadı. Ben babamın çalışıp kurduğu sirkte tüm bu adayı dolaştım çocukluğumda.
Büyüdüm, Sirkte birgün Tifo olan palyaçonun yerini aldım. Artık bir palyaçoydum
ben. Salak ebeveynlerin salak çocuklarını eğlendirmek için trenden trene
bindim, sirk malzemesi taşıdım. Birgün babam öldü. Yok yere, hiçbir rahatsızlığı
olmadan. O gün n'oldu biliyor musunuz? O gün o sirk kapandı.Çünkü ben basit bir
palyaçoydum, sirk işinin nasıl yapıldığını bilmiyordum. Sadece bir palyaçoydum.
Babamın bir arkadaşının çabaları ile buradaki üçüncü sınıf bir tavernada basit
ilüzyon, sihirbaz numaraları yaptım. Oraya hergün gelen insanların ilüzyon
numaralarımı ezberlediğini biliyordum. Sırf beni kırmamak için samimiyetsiz bir
biçimde, aşağılayıcı ifadelerle, bana nasıl baktıklarını biliyor musunuz? Hepsi beni idare ediyordu, tıpkı sizin
gibi.
Sonra birgün kendimi tribünde buldum. İşim, gücüm yok. Çaresizdim. Üç-beş tane evsizle sırf takım muhabbetine arkadaşlık
kurarken, yıllar geçtikçe çevrem genişledi. Artık Brighton tayfasını etrafımda
oluşturmuştum. Deplasmanlara eskiden gidilmezken ben mağlup olacağımızı bile
bile 300 km mesafeye deplasman otobüsleri ayarladım, dolu dolu gittik
deplasmanlara. Ve biliyor musunuz o günkü yağlı boya ile boyadığımız
pankartları neden yaptığı mı? Biliyor musunuz ben pankartları neyden
yapıyordum? diye soruyor tekrar.
"Babamdan bana kalan tek miras olan; Sirk çadırından. Çünkü ben sadece bir
palyaçoydum".
Neden bana sadece git demediniz, neden? diyor Ray Reis. Bu sefer bira
bardağında kalan dibini de içiyor. Masadan usulca kalkıp, sessizce mırıldanarak
gidiyor.
Artık Hayaller Tiyatrosunun anlamını henüz öğrendiğimiz gibi, bizim için Hayal
Kırıkları Tiyatrosu'nun perdesi Ray barın kapısını örterken, kapanıyor...
***
Joe Jonese Ateşdağlı
Yorumlar