Southampton hakkında olanları
duymuşsunuzdur. Klüp tüm olanlardan sonra tehlike altında. Ha keza bu konuda
sevinme ile acınma arasında garip duygulara sahibim. Dur dur yalan
söylemeyeyim, sevindim.
Yerel haberleri içeren internet sitesinden haberlere bakıyorum. Southampton
tribünü adına Bill Anton gerekirse kendi aramızda para toplarız klübü bu borç
batağından çıkarırız demiş. Bill Anton; Yıllar önce Bognor Regis'de
ağız-burun kavga ettiğimiz adam.
95' yılı. Her 20 yaşına yaklaşan erkek çocukları gibi hormonlarımız bize
hükmediyor. Asarız, keseriz, sahiden bunu yapabiliriz
horm
onları bunlar. Her hormonun olduğu gibi bir
panzehir formülü olan bir hormonu değil bu. Suç bizde; Alkolden dolayı 7/24
çalışan karaciğer bir gün olsun bize "Olum bir-iki dakika durun be, bu
sene iyi düğün yaptı. Bir tanesine bile gidemedik, sizin hangi hormonunuzu yapacağım bir durun be arkadaş" diyor bize muhtemelen.
Bu Bill Anton bayrak adamdır Southampton'da. Yıllar öncesi kurduğu Soton Gate tribünü kaç kez ad değiştirdi, kaç kez karakolluk oldu bilmem ama bu
adam yeniden kurulan her tribün grubunda reis olarak deplasmanlara gidip
gelmiştir.
Bir gün bize haber sallıyor Newbury'den Swindon tayfası. 2 yıl öncesinden
değiş-tokuş yaptığımız pankartları almışlar bu çocuklardan Soton Gate tayfası.
Maçlara götürüp pankartı ters takarak bizi aşağılamaya çalışıyorlarmış iki-üç
maçtır. Bilmeyenler için söyleyeyim; pankart şimdileri öyle değil ama
eskiden tribünler için ayrı bir unsurdu.
Pankart ligi vardı o zaman desem yanlış birşey söylemiş olmam. Her tribün
grubunun belirli üç-beş ayrı pankartı vardı. Bana şimdi Woking'in pankartlarını
şu kağıda çiz deseler çizerim, o derece. Her tribün diğer tribünlerin
pankartlarını dostlukları ölçüsünde gerek korur gerek aşırmaya çalışırdı. Olur
da bir tribün grubu rakip tribün grubunun pankartını ele geçirirse gideceği
deplasmalara aşırdığı pankartı ters takar tabiri caise 1-0 öne geçerdi. Sonra
ara dur o pankartı. Eskilerden efsanevi bir olay vardır kısaca anlatayım. West'am
tayfası 90'ların başında Tottenham tayfasının(Enforce Yid's) pankartını aşırıp
bir iki hafta deplasmanlarında ters takıp dalga geçmişlerdi. Baktılar Tottenham
tayfası bunları barlarda rahatsız ediyor ülke boyunca bu pankartı tüm
Tottenham'dan nefret eden tribün grupları arasında dolaştırdılar. Misal pankart
önceki hafta Coventry'de diğer hafta Leicester'de gözüküp cümle aleme Tottenham
tayfası ile taşak geçme şansı tanırken Enforce Yid's biraz da seslerini
duyurmak için Liverpool deplasmanında bu pankartı ele geçirdik temalı bir afiş
asarak, pankartı asmışlardı. Ama pankart diğer hafta Sunder deplasmanına giden
Newcastle'lıarda görülünce ve Tottenham tayfasının o pankartı yeniden
yaptıkları anlaşılınca Enforce Yid's bu işi bırakıp yıllarca onların üzerinden
yapılan komik muhabbetleri dinlemek zorunda kalmışlardır. Bu bahis
sitelerindeki futbolun dinamikleri olarak sayılan West'am-Totten'am geçmiş maç
skorları istatistiklerinde gözükmez ama tüm kuzey Londralılar bu olayı bilir,
duyunca da kulaklarını kaparlar.
İşte böyle bir ortamda Soton'lu çocuklar bizim deplasmanlara gidiş
kolay olsun diye üç dört tane ülkenin farklı yerlerindeki dostluk kurduğumuz
tribünlerden biri olan yani Swindon'dan bizim pankartı çalmışlar. Aslında
olayda birazda bizim suçumuzda var. İki üç ay öncesine kadar bu adamların
Walsall taraflarında tamami ile kendi mundarlıklarından kaybettikleri pankartı
biz çaldık diye sahiplenmiş o zaman araba kaporta işlerinde çalışan şimdi araba
galerisi sahibi olan dostum Roald'a oto boyası ile bu pankartın kopyasını
yaptırarak deplasmanlara götürüp ters takmıştık. Gerçi o pankartın üzerindeki
aslan motifini daha çok bizona benzetmişti ama uzaktan fark edilmiyordu.
Oturup ne yapsak ne etsek diye düşünürken ilk adımı onlar atıyor. Bizim reisi
arayıp iki şehrin ortasındaki Bognor Regis'de pankart değiş tokuşunu
önermişler. Tabi bizim götümüz tutuşuyor, bizimkisi çakma pankart. Eminönündeki
abibas, yike, rebok ürünleri gibi. Tabi gençlik hiperaktiflikleri mevcut. Abi
gerekirse kavga ederiz, alır geliriz o pankartı sen merak etme reis diyoruz. Tabi bizim reis kavgadan yana
değil pek. Oturup plan yapıyor. Pankartı öylesine bağlayalım ki açamasınlar,
bir noktadan sonra bırakıp giderler zaten diyor. Aklımıza yatıyor bu fikir.
Bulabildiğimiz tüm iplerle ilmik ilmik bağlıyoruz pankartı. Ertesi gün 9-10
kişi öğle gibi Portsmouth trenine binip gidiyoruz Bognor'a. Tabi gitmeden önce
bizim Alban kavga kokusunu aldığı için gelmek istemiyor. Abi..öhöhöhö...valla..öhöhöhö..hastayım..öhö..ya diyor pezevenk, öylede bir çakaldı.
Tabi bizim yanımızda Max reis var, biz güveniyoruz ona. Trene biniyoruz üç kişi kocaman pankartı taşıyor.
Trendekiler içinde ne var acaba diye bahisler atıyor ortaya. Adaşım Joe nereden bulduysa artık hippi çadırı
millet bu, gidip kamp yapacağız diye
bağırıyor. Millet tabi feci tırsıyor. Dönüş vaktinde tren olmayacağı için bizim
Aldous birader'in pederinin Dondurma sattığı bir kamyoneti var, o bizi akşama
doğru gelip alacak. Öyle planladık.
Yaklaşık bir buçuk saat sonra Bognor Regis'e geliyoruz. Bunlar ortada yok
henüz. Bunlar gelesiye kadar biraz denize girelim diyoruz. Herkes girmeye
hazırlanırken oradan biri bağırıyor beyler iki kişi pankartın başında
beklesin, aman ha diyor. Lan pezevenkler
olayı iyice büyüttünüz ha, çocuğunu parkta kaçırsalar ses etmez, adam kolpa
pankartın peşine düşmüş diyemiyorsun tabi. Zaten su soğuk gibiydi. Ben
girmedim, bekledim sahilde. Zaten bunlar da hemen geldiler. Sonra buluşacağımız
yere yani Bognor Regis'in tren istasyonuna tekrardan dönüyoruz. Bilmeyenler
için söyleyeyim Bognor büyük bir yer değil. Tipik İngiltere Taşrası. Lakin
gelgelelim şehrin içinden hem sahile giderken hem de tren istasyonuna tekrardan
dönerken millet elinde kocaman bir pankart olan üç kişi ve bunların arkasından
gelen 6-7 kişiye garip refleskler de vermedi değil. O zamanlar cep telefonu yok
tabi, millet şu saatte gelirim dediği vakit orada olurdu. Ki belirttikleri
vakit Batı ekspresinden iniyordu Sotonlular. Lakin in in bitmiyordu
pezevenkler. Sanarsın Emir Kusturica'nın yönettiği filmde cingen düğününe
gelmiş hepsi. Saysan akşam olur bunları.
Abartmıyorum rahat bir elli kişi varlar. İlk başlarda üzerimizdeki çıkışta
bekleyin hepinizin ağzına sıçacağız, hepinizin! ruhu, adamların sayısı arttıkça sizi tanıdılar ben kaçıyorum ruhuna dönüşmek üzere o sıra. Yanımdaki Joe'nun bunlar trenden inip bize doğru
yönelmeye başladıklarına kadar ki repliklerini yazmam sanırım olayı anlatıyor.
Oh..No.. Don't say anyth...Is it? po...Oh mate nooo....Fucked up
mate...Other Boys?...No way..Shit..Shit..Shit..,
Şimdi yalan yok dostlar. Bu Bill Anton denen herifle arkasından gelen
yaklaşık 40-50 kişilik grubu görünce bizim Max Ankara'dan abim gelmiş duygusallığına bürünüyor. Bizim reis de
sıçtıysa biz temelli sıçtık işareti görüyorum yanımdakilerin gözlerinde. Bu
Bill yanımıza yaklaşıp Max kısa ve net konuşacağım diyor. Verin pankartı alın pankartınızı. Ayrıca Reading'li
çocuklara da bundan sonra dokunmayın tamam mı diyor? Olur diyor Max. Verin bakalım şu pankartı diyor.
Bizimkini açıp veriyorlar bize. N'aptınız lan pankarta böyle, içinde hazine mi
saklıyorsunuz açın bakalım şunu diyor. Biz yalandan ilmikleri açmaya
çalşıyormuş gibi davranırken bu yanındaki Hattori Hanzo kılıcına benzer
bıçağını çıkararak çekilin lan şöyle, bir işi beceremiyorsunuz takımınız
gibi, Uğraştığımız adamlara bak ya diyor.
Baya bir uğraşıyor bu pankartı açmak için. Tıpkı kurban bayramında kalın
boyunlu iskoç koyununu kesemeyip olayı namus meselesine dönüştürüp sinirden
koyunu bıçaklayan amcabey gibi Bill de kanter içinde kalıyor. Yanındakilere
bağırıyor, gelin açın şunu diye. Oo, usta yemin olsun biz masum bir
tribünmüşüz. Adamlar sanki Ukrayna, Rusya'dan ayrılıp silahsızlanma
dönemine girdiğinde Ukrayna'ya girip boş-beleşe silahdır, bıçaktır hepsini
temin etmişler. Bir tank yoktu yanlarında yemin olsun. Diğerleri de gelip ceplerindeki çıkardıkları bıçaklarla açmaya
çalışıyorlar ip düğümlerini. Yalnız bizimkiler artık denizci düğümü mü attılar
artık bilemem ama bunlar dört beş kere mola verdiler, sigara içtiler. Aynı
bizim Alban'ın berberi gibi. Pezevenkin gençken bir delikten dört tane çıkan
kıvırcık saçları vardı. Bunu berbere götürdüğümüzde berber abartmıyorum, bunun
saçını üç kere falan mola vererek keserdi. Kırk yıldır yoğurt yiyorum, ben
böyle kase görmedim tadında dırdır ederdi.
Neyse, biz bunlar uğraşamayacak artık, yırttık bu işten diyecekken düğümün
birini koparıyor hayvanın biri. Hani Türkçede bir deyim var "Çözülmüş
düğüm gibi arka arkaya olaylar sonuçlandı" yada onun gibi. Bu hayvanın
kopardığı ipten sonra bizim çakma pankart yavaş yavaş açılıyor ve bizimkilerin
arasında Eşhedü...la..ilahe...eşhedü...
sesleri çıkıyordu. Hatta bizim ateist
reis Max bile Jesus esaslı adamdı aslında, nasıl hakkını yediler
anlayamıyorum falan demeye başlıyor. Ve bizim maskelerimiz bunlar pankartı
yavaş yavaş açarken aynı hızda düşüyordu. Hatta en sonda bunlar pankartı
hızlıca açtığında birden yere düştü maskelerimiz. Bir Vendetta'nınki düşmedi.
Yıllardır sırıtıyor insanlara pezevenk. Bir numarası yok aslında.
Bunlar pankartı açınca biz grupcak tutunacak dal arayan koala gibi olmuşken
Bill birden gülmeye başlıyor. Bu ne lan? Abba'nın albüm kapağı mı? Dalga mı
geçiyorsunuz lan ibneler? diye. Biz
boğazımızdaki son tükürüğü de şöyle bir midemize gönderirken aynı zamanda
kafamızı sağa-sola doğru hayır abi şaka değil manasında sallıyoruz. Bu hem sakız çiğneyip hemde yürüyemeyen İngiliz
insanları için önemli bir gündü. Ama olmadı. Tek hatırladığım şey "Abi
allaseven bıçak yok değil mi? Bıçak yok değil mi abi? Bak sırtıma tekme at,
şeyine tak dolaştır beni. Ama bıçak yok değil mi abi? Sahiden yok değil mi abi?" nidaları. Sahiden de bıçak yokmuş, ama güzel dayak varmış.
Hepimiz dayak sonrası deli dana gibi kaçışırken ben tren yoluna atlayıp sahil
tarafına doğru kaçmaya başlıyorum. Bir beş dakika rahat arkamda beni kovalayan
nefesleri duydukça artık pes edip yere yatıp cenin pozisyonuna giriyorum.
Bakıyorum kimse vurmuyor, meğerse bizimkilermiş arkamdakiler. Tam yerden kafamı
kaldırıren bizim şişko Joe'nun koşuşunu
görünce istemsiz bir biçimde kahkaha atıyorum. Çok garip bir duyguydu o.
Ağrıdan her yanım ağrıyor hatta hayvanın biri ben kavgayı ayırırken parmağında
yüzük vardı galiba hayvani bir kroşe çıkmış bizim burnun sağ tarafından dudağın
üst tarafına kadar felç etmiş lakin ben bizim Joe'nun koşuşuna
gülüyorum. Tam ayağa kalkıp kırılan dişimi elime alacakken arkamdan bir ordu
bana doğru gelince tekrardan cenin pozisyonuna girdim. Geçerken biri fena bir
tekme vurdu, hiç unutmam ölüyorum sandıydım.
Ayağa kalkıp şöyle bir
etrafı süzüyorum. Hemen şehir merkezine doğru koşup olayı bardakilere arayıp
anlatacağım. Allahım, ne çocuksu endişelerdi o zaman öyle. Telefon kulübesinden
yansıyan yüzümü görünce bundan vazgeçip tekrar tren istasyonuna doğru ufak ufak
yürüyorum. Arkamı da kolluyorum hani. Bakıyorum bizimkiler var mı orada diye,
kimsecikler kalmamış. Geri dönüyorum şehir merkezine. Cebimdeki paraya
bakıyorum, otobüse yetmez, tren de yok o gün Brighton'a. Sahile doğru gidiyorum
bakıyorum bizimkilere bir yarım saat. Yoklar.
Denize düşen yılan'a sarılır. Alban'ı arıyorum evde yok. Dayı beyi arıyorum
kimse açmıyor telefonu. İki jeton attım cepte parada kalmadı. Artık son jetonla
evi arıyorum. Annem açıyor. Anne diyorum, dede mi verebilir misin? Oğlum
neredesin sen Albanın da haberi yokmuş diyor. Anne diyorum sen dedemi ver.
Dedem alıyor ahizeyi. Oğlum Joe, yavrum
neredesin? İnsan bir haber verir diyor. Dede diyorum böyle böyle. Dede n'olursun sen gel beni almaya babam tek
başına gelmesin diyorum. Dedemin yanında babamın sesini duyunca tırsıp,
yerimi söyleyip hemen kapatıyorum. Yandaki büfedeki kadından rica edip buz
istiyorum. Balıkları dondurmak için koyduğu buzu veriyor bana. Buzu alıp
dudağımın üstüne koyuyorum. Buz eridikçe yüzüm balık kokuyor, sinekler yüzüme
geliyor.
Bir 45 dakika sonra babamla dedem söylediğim yere geliyor. Bakıyorum sağ
koltuğa dedem de var. Rahatlıyorum. Arabaya binip yüzümü önüme doğru çekiyorum.
Tabi dedebey heyecanlanıyor yüzümü görünce. Pederbeyde tık yok, hiçbirşey
söylemiyor. Brighton'a doğru yola koyuluyoruz. Tam şehirden dışarı çıkacaktık
ki otobüs durağında bizimkilerden üç kişiyi görüyorum, koltuğa doğru gömülüp
kafamı hemen sola çeviriyorum. Şehirden çıkınca bizim pederbey bana buz almak
için bir yol üstü lokantasına uğruyor. Dedem, hadi yemek yiyelim bari burada,
karnımız acıktı diyor. Giriyoruz içeri. Sadece tavuk kanadı varmış. Olur diyoruz,
geçiyoruz içeri. Rahmetli dedebey ortamı ısıtmak için daha doğrusu evde benim
yiyeceğim sopanın dozajını azaltmak için şakalar yapıyor. Hatta bir keresinde ben Sarıyerde maçtayken...
ile başlayan ve hiç bitmeyen hikayelerinden birini anlatıyor. Babam benim
yüzüme bile bakmıyor, hiç konuşmuyor.
Dedebey, pederbey ve ben belki de
hayatımızda sadece bir kereliğine de olsa şehirdışında üçüncü sınıf bir
lokantada tavuk yiyoruz.
Eve gidiyoruz. Annem kapıyı açar açmaz salya sümük oluyor. Kadıncağızı
hayatında bilmem kaçıncı kez bu hale sokuyorum, bir noktadan sonra saymayı da
unuttum artık. Annem yüzümü mumyaya döndürdükten sonra gözüm istemsizce
televizyona sırf dedemin ortam şenlensin diye taktığı Hababam sınıfı filminin
kasedini izliyor gibi yapıyor. Hani içimden diyorum ki; "Yahu baba vur
bana tonla, dayak yemişim zaten ama susma böyle. Bunu yapma bana, susma"
lakin gel gör ki diyemiyorum. Birkaç saat sonra dedebey abdest almak için
kalkıyor. Arkasından gidiyorum; Ya dede
babam neden böyle yapıyor? Söylesene, valla bilerek yapmadım ya diyorum. Oğlum Münür (Dedemin bana küçüklükten
beri Joe dememek için kullandığı isim) ; Ben
babanı kaç kere Preston yollarında alıp getirdim, kaç kere dövdüm bunun için
bilyor musun? diye soruyor. Hiçbir şey diyemiyorum.
Odama gidip yatağa uzanıyorum. Bekliyorum ki babam gelsin Oğlum Joe bir daha yapma bunu desin. Gelmiyor ama. Sabaha
kadar uyuyamıyorum; vücudumdaki ağrılardan, sızılardan değil...
By Joe Jonese
Ateşdağlı
Yorumlar