Ana içeriğe atla

GİDİYORUZ!


Flying Dutchman Blog ekibinden Joe Jonese Ateşdağlı'yı zannederim ki blog takip eden futbol sevdalısı kitle artık ziyadesiyle biliyordur. Kendisi, yarın akşam oynanacak Merseyside Derbisi nedeniyle başından geçen bir Merseyside deplasmanı anısını bizlerle paylaşmak istedi. Seve seve dedik. Kendisine teşekkür ediyor ve ekliyoruz; Biz o Everton Reisini bulduk, tahsilatı yapıyoruz Joe. Hesap numaranı mail atarsan, hemen ödemeyi gerçekleştirebiliriz :-)

GİDİYORUZ !

King Santillana birkaç hafta önce "Geliyoruz" demişti esasında, "Gidiyoruz" kalmıştı. Belli ki futbolu izleyenler için naif bir tanımlama idi bu, yıllardır uzaktan rekabeti izleyip kırmızıları yahut mavileri tutmanın verdiği "maç sonucu" sevinci ile futbolun aslında fikstür yahut sadece futbol topu olmadığını tribünden izleyenler için evet, "Gidiyoruz" yarım kalmıştı.

Usta bizim bir yarım vardı, n'oldu sahi ona?

91' yılının son günleri. Yatılı lisede okuyoruz o sıra. Christmas nanesi yüzünden okullar tatil oluyor. Bu yüzden memlekete gidelim ,ailemizin yanında geçirelim tatili diyoruz. Brightonlu arkadaşlarla hazırlıklarımızı yapıp kaldığımız yurtdan çıkışımızı yapacakken arkadaşlardan birisi " Birader nereye gidiyorsunuz? Yarın Londra'ya gidiyoruz partiye" diyor. Ne partisi diye soruyoruz. "Yahu bilmiyor musunuz, Yurtdaki yatılı kızlar Richmond'da parti düzenleyecekler, çağırmadılar mı sizi" diye soruyor. Bir an afallıyoruz. Gidip bizim yurdun kat sorumlusu Leat diye bir çocuk var soruyoruz ona doğru mu diye. Bu sırıtıyor " ehehe ya size söylemediler mi?" diyor. Biz durumu çakıyoruz gayet tabii. Bu it herifler ortamdaki kız/erkek oranını yüksek tutmak için bize söylememişler. Nedir bu partinin olayı biraz araştırıyoruz,20 pound istiyorlar. Gelecekler listesine şöyle bir bakıyoruz, o sıra birine yazıyorum tabi testesteron sağolsun, bir bakıyorum o da geliyor partiye. Peder beyi arıyorum böyle böyle bir parti var gelemeyeceğim diyorum. Sağolsun ses etmiyor, Clapham'a git amcandan para al ben sonra veririm diyor. Gidiyorum amcabey'in yanına sağolsun hiç unutmam 40 pound veriyor bana.

Yurda akşam olmadan dönüyorum, odama bir giriyorum içerisi dumanaltı, hararetli bir tartışma var. Ben pek iplemiyorum bu tartışmayı zira o sıra ne giysem diye düşünüyorum. Aklıma dahiyane bir fikir geliyor, okul cekedimdeki armayı söküp yeni bir ceket yaratıyorum. Ertesi günde kendime yeni bir pantolon aldım mı parti giyecekleri hazır, gelsin kızlar, gitsin kızlar diye düşünüyorum içimden. Okul cekedimdeki armayı sökmeye çalışırken baya bir zorlanıyorum. Odadakilerin "ne yapıyor yahu bu" tandanslı bakışlarını görünce durumu anlatıyorum bunlar dalgaya alıyorlar tabi hemen, "Olum benim sizin gibi Londra'da ailem yok it herifler!, Brighton'a gidip ceketlerimi mi alıp geleyim?" diyorum, ben hafif ağlamaklı olunca bunlar "dur oğlum Joe stres yapma, partiye değil maça gidiyoruz" diyorlar. "Ne maçı oğlum Bundan sonra s..sen Fulham maçına gitmem, paramı başka yerlere veririm daha iyi" diyorum. Bunlar "yok be ne Fulhamı Merseyside'a gidiyoruz diyor, bir de heyecanlı olsun diye scouse aksanıyla bağırarak söylüyor adi herif. (Yutkunuyorum) "Lan oğlum ne Merseyside'ı lan, benim partiye gitmem illaki şart bu kıza başka türlü yazamayız" diyorum. Yoksa partinin parasını verdin mi diye soruyor, yok diyorum. "Hah, tamam. Joe oğlum satma bizi kaç kere gideceğiz ki Liverpool'a, s..tir et partiyi" diyor. Benim tavrım net "Gidemem olum, babam duyarsa s...kertir beni" diyorum, bunlar yine sızlanıyor "oğlum hep böylesin sen ya, hiç macera takılmıyorsun" mahiyetinde nos atıyorlar. Bunları odadan çıkarıyorum "hadi çıkın odadan uyuymam lazım, yarın Londraya gidip kendime pantolon alacağım" diyorum, Bunlar gidiyorlar, giderkende ağlamaklı bakışlar atıyorlar "vay be demek ki arkadaşlığımız bu kadarmış" gibisinden. Uyuyorum hemen.

Sabah erkenden kalkıyorum Londraya gidiyorum öğlen gibi yurda dönüyorum. Döndüğümde partinin parasını vermek için Leat'i arıyorum etrafda. O sıra bizimkiler geliyor "Joe nerelerdesin seni arıyorduk, geliyor musun maça yarın sabah gidiyoruz" diyorlar. Bunlar etrafımı sarıyorlar, kulis yapıyorlar. Birde Saunders diyorlar, Ian Rush diyorlar öyle bir noktaya geliyorum ki "La tamam la tamam geliyorum" diyorum. Bunlar acayip seviniyorlar. Bunların sevinmesine bir anlam veremiyorum ama sonradan anlaşılıyor. "Joe yanlız paramız az, sende ne kadar vardı ehehe" tadında konuşunca bunlar direkt yurt ortamının verdiği "kimin cebinde kaç para var bilgi havuzundan" dolayı yalan atamayacağımızdan 30-35 pound arası diyorum. "Söz, sen bize ver parayı, dönüşte biz vereceğiz" diyorlar. Bakıyorum bizim para gidecek hemen mızmızlık yapmaya çalşıyorum, kararımı değiştirmek için. "Hem olum bilet yok, nasıl gideceğiz Liverpool'a, maça nasıl gireceğiz? Olmaz bu iş yaş gelmeyeyim ben" deyince bunlar hemen atlıyorlar "Yok abi bizim Fulham tribünlerinden bir abi Everton Reisi ile kankaymış, görüştük biz o telefonla arayıp ayarlayacak biletleri. Ayrıca bilet fiyatının yarısına kale arkasına alacaklar bizi Joe, düşünebiliyor musun?" diyor. Adi herifler direkt benim paramla iş çevirmişler, haberim yok. Peki olum nasıl gideceğiz deyince bu itlerde sanki yılların banka soyguncuları gibi bir rahatlık seziyorum "oo Joe onu mu sorun ediyorsun? ayarladık onu biz merak etme, posta treni ile gideceğiz, hem tren bileti 1.5 pound düşünebiliyor musun?"diyorlar. Adamlar yahudi gibi çalışmışlar, benim cebimdeki parayla işi finanse etmişler, adi herifler.

Ertesi sabah erkenden çıkıyoruz Fulham'a gidiyoruz bileti ayarlamak için. Bir iki saat bizim elemanı aradıktan sonra buluyoruz bir terzi dükkanında. Bu "Ben aradım sizin iş tamam, isminizi reise verdim gidince biletinizi alın diyor adresi veriyor. Tamam abi sağolasın diyorum, ben tam dükkandan çıkmak için yöneldiğimde elemanlardan biri "Joe para?" diyor. Ne parası diyecekken, "parayı bu abiye vereceğiz Joe, dört bilet 22 pound" diyor. Köşeye çekiyorum bizim elemanı "müdür bir sakatlık yok değil mi, parayı niye orda vermiyoruz" dediğimde bizim bu adi herif terzinin bozulduğunu görünce sessizce "yok olum buraya vereceğiz lan buraya" diyor kulağıma. Parayı verip yurda dönüyoruz.Dönmeden önce istasyona gidip biletleri alıyoruz. Hakikaten tanesi 1.5 pounddanmış, bileti alırken "abi bu niye ucuz böyle ya ehehe" dediğimizde "oraya giden bir daha dönmedi adamı kılıklı" bir tavırla "çünkü yolculuğunuz 16 saat sürecek ehehe posta treni bu, isterseniz 6 saatlik trenlerden vereyim size gençler, hangisinden alacaksınız?" diyor. Biz 16 saati duyunca bir "mnskym, ohannesburger" tavırlarına bürünüyoruz. Neyse, posta treninden bileti alıp yurda dönüyoruz. Tabi hayallerimizde bizimle birlikte yanımızda gidiyor, gençlik işte. Biri "olum müthiş bir macera olacak, hazır mısınız diyor?" Akşam tam bastırmak üzere, hepimiz bağırıyoruz "Hazırız!" diye. Yurdun mutfağı kapanmadan hemen önce gidip ertesi gün için tablet peynirlerden, reçellerden, ekmeklerden araklıyoruz. Hatta işi biraz abartıyoruz, birisi yanına "diş fırçamı da götüreyim mi" diye soruyor.

Ertesi gün Slough tarafındaki istasyona gidiyoruz erkenden. Tren geliyor, Kompartımandan içeri bir giriyoruz, ki hiç unutmam o sahneyi. Yahu arkadaş sanarsın Hükümet tüm ipe sapa gelmez çingenesi, hırsızı, çulsuzu trene bindirmiş gezdiriyor. Lan o ne öyle? Yemin olsun durum öyleydi. Biz sanıyoruz böyle rahat koltuklara falan oturacağız, neyseki otobüs koltuklarını andıran bir bölgeye geçip oturuyoruz. Yalnız içerdeki millet psikopat durumda, uzun zamandır yolculuk etmiş gibiler. G.tümüzü kollamaya çalışıyoruz. Tren hareket etmeye başlıyor. Önceki gün " Yahu n'olacak? 16 saat durmadan muhabbet edersek zaman su gibi akar" demişiz birbirimize. Lakin gel gör ki yolculuk başladıktan sonra bir saat sonra tüm muhabbet materyallerini tüketiyoruz. Tren'in tak..tuk..tuk..tak sesi bizde halisünatif bir etki yapıyor, susuzluktan yorgun düşmüş Roma askerleri gibi oluyoruz. Yanımızdaki çingeneler zaten durumundan memnun. Bir kaç saat sonra öyle bir hal alıyoruz ki toplama kamplarına götürülen yahudiler gibi oluyoruz. Hatta bir ara tren duruyor, birisi içeri hortumla su sıkıyor. Dur olum hemen inanma, şakaydı. Lakin abartıyor gibi görünsek de durum böyleydi. Tren yavaş gittiği gibi, bizde öyle bir etki yapıyor ki durduğu zaman hala gidiyoruz falan sanıyoruz, o kadar yavaş. Hatta tren yolculuğu sırasında bir kaç olaya karışıyoruz ki bunu anlatsak yazı daha da uzun olacak bunu Flying Dutchman bloguna saklayalım.Neyseki, klişe bir laf olacak ama bir lafın ilk kez bir cümleye tam oturduğunu görüyorum "uzun ve yorucu bir yolculuktan sonra" bu scouse'ların Halewood dedikleri yere geliyoruz. Saati tam hatırlamıyorum ama güneşin yeni doğduğu vakitler o sıra.

Sabah otobüslerin kalkış vaktini bekledikten sonra, Everton taraflarına giden bir otobüse biniyoruz, Yaklaşık bir saatlik yolculuk sonrası son durakta iniyoruz. Bir parka giriyoruz çantalarımızdaki çalıntı mallarla kahvaltımızı yapıyoruz, hava buz gibi. Kahvaltı yaptıkdan sonra Fulhamdaki abinin verdiği adresdeki barı arıyoruz Kirkdale taraflarında. Baya bir yürüdükten sonra barı buluyoruz, ismi hiç unutmam Backlesh idi. İçeri giriyoruz, millet demnlenmeye başlamış, içeri girip bar sahibine reisi soruyoruz. Reisin ismini tam hatırlayamıyorum ama soyadı yanılmıyorsam Eccklestone idi. Olayımızı anlatınca bar sahibi bize şöyle acıyarak bir bakıyor " Lan i.neler ne işiniz var burada" gibisinden. Reis buralardaydı, birazdan gelir siz bir yere oturun, gelince ben sizi çağırırım diyor. Siz beklerken reisden size bir bira vereyim gençler diyor. Hiç içmediğimiz halde hani biraz delikanlı takılalım diye biralarımızı alıyoruz. Alırken "gençler 18 den büyüksünüz di mi diye soruyor biri" bizde hafif bir arabesk bir bakış atıyoruz "abi n'aptın sen ya tabiki ehehe" gibisinden, yalanlar yine başlıyor. Neyse, bir 45 dakika bekliyoruz içeri bir kalabalıklaşıyor baya derken barın sahibi bizi parmaklarıyla gösteriyor. Reis yanımıza geliyor, Fulham tayfasından çocuklar siz misiniz diye soruyor. Evet abi diyoruz. "Yalnız şu an elimde bilet yok, siz bekleyin burda, yukardaki bardan abileriniz gelecek onlarda bilet var, siz onlarla gelirsiniz stada" diyor. "Ha bu arada maç sonrası bekleyin Fulhamdaki Abilerinize birkaç birşeyler yollayacağım sizle" diyor, hatta bize atkı veriyor. Bu gidince "babacan adammış, helal olsun " diyoruz aramızda. Maçın başlamasına üç saat falan var, yalnız kimse gelmiyor sonra barın dışına çıkıp bekliyoruz. Bekle Allah bekle bir Allahın kulu gelmiyor. Maça bir saat falan kalınca "olum stadın oraya gidelim, kimse gelmeyecek baksana" diyor elemanlardan birisi. Mantıklı geliyor bize, gidip reisi buluruz gireriz stada diyoruz.

Başlıyoruz yürümeye, daireler çizerek kaybolan askerler gibi biraz yolumuzu kaybediyoruz. Bir sokağın başında Liverpool tayfasına denk geliyoruz, bunlar bizim güneyli olduğumuzu anlayınca pata küte giriyor bize, derdimizi tam anlatamadığımızdan güzel bir dayak yiyoruz. Sağolsun oradan birileri elle işaret yapıyorlar bırakın çocukları diye. Hemen topukluyoruz. Biraz yürüyünce stadı uzaktan görüyoruz, koşmaya başlıyoruz. Maçın başlamasına yarım saatden az bir süre var Evertonluların arasına girip deliler gibi reisi ararken birileri bizim aksanımızdan dolayı köşeye çekip "Gençler hayırdır? Durum nedir?" diyorlar. Reis içeri girdi, baştaki turnikelere gidin hani Türkiyedeki tabiriyle "kardeşleme" yapın diyorlar. Biz buna uyuyoruz, deli danalar gibi oraya buraya koşuşturuyoruz. Maç başlıyor ama biz giremiyoruz içeri. Ben bizimkilere baya bir sövüyorum, "Alın gördünüz mü ebenizin ...nı, hani maç nerede?" diye.

Stadın turnikeleri kapanınca polis kordon yapıyor, gençler hadi çıkın o aradan diyor. Yolun karşısına geçiyoruz. Ee şimdi n'apacağız diye soruyoruz birbirimize. Ordan bizim bir geyik "Bekleyelim abi adam birşeyler yollayacağım sizle dedi" diyor. "Lan it!, bunun için mi bekliyoruz burda, param gitti lan benim, paramı almadan biryere gitmem" diyorum. Bu bir bakıyor bana "Ha doğru lan paran gitti di mi senin, bekleyelim o zaman" diyor, bak ya şuna adi herif!. Yine bekliyoruz deliler gibi, staddan bir kere gürültülü bir şekilde ses çıkınca Everton yendi herhalde diyoruz, ama maçtan çıkınca soruyoruz 1-1 diyorlar, biz yine reisi aramaya başlıyoruz. Derken reisi buluyoruz, baya bir kızgın yanına yaklaşılmıyor ama ben cesaretimi toplayıp yaklaşıyorum yanına "abi sen bize böyle böyle demiştin ama giremedik ühühü, param gitti abi, paramı geri verin" deyince bu bir bana bakıyor ilk başta tam hatırlamıyor, alkol oranı vücudunda tavan yapmış. Bu "tamam benim belamı s..kti şimdi" bakışı atınca bana hafif tırsıyorum, "Ya kusura bakmayın gençler bir karışıklık oldu gerçekten kusura bakmayın" deyince "abi para n'olacak?" diye soruyorum, sen bana ne kadar vermiştin diyor. Abi aslında biz Fulhamdaki abiye para vermiştik deyince, "ha onlar siz miydiniz? "Ya gençler kusura bakmayın hakikaten bir karışıklık oldu, hatırlattığın iyi oldu bak. Sizin abiler geçen ay Manchaster tayfasına pankartlarını kaptırmışlardı, şu an pankart bizde bara gidin söyleyin size versinler kendinizle götürün" diyor. Tekrardan "abi para?" diyemiyorum, o an hafif bir gurur basıyor bünyemi. Biz de sanki Meryem'in kutsal hazinesini taşıyacak tapınak şövalyeleri gibi oluyoruz o sıra. Sana ne pezevenk? sana ne Fulham'ın pankartından? Benim para mı verin hüleen? diyemiyorum dostlar diyemiyorum.

Yazıyı uzatmayalım. Bara gidip pankartı alıyoruz, tekrardan Halewood istasyonuna gitmek için günün en son otobüsüne biniyoruz. Gece 12 gibi istasyona varıyoruz, hepimizin cebinde toplasan 20 pound yoktur, mecburen gece 02.00'deki posta treni için bilet alıyoruz. Başlıyor yine tren yolculuğu. Tak..tuk..tuk..tak...

Ertesi akşamı Lonra'ya varıyoruz. Yurda varınca maça şöyle gittik, böyle gittik, şöyle kırdık, böyle vurduk tadında destansı hikayeler anlatıyoruz millete, millet "bohunu yiyim bir kez daha anlat" diyor pek yüz vermiyoruz, herşey tadında kalmalı diyoruz. Ertesi sabah doğruca Fulhama gidiyoruz, hem parayı almak için hem de pankartı vermek için. Gidiyoruz eleman dükkanında yok, sonra Fulham tayfasının barında buluyoruz bu adamı. Veriyoruz pankartı, bunlar seviniyor tabi. Oturun gençler yemek yiyin diyorlar. Oturuyoruz tabi, önümüze ne verirlerse yiyoruz it gibi. Çıkarkende tebrikleri alıp çıkacakken ben bu adama yaklaşıp sessizce "abi böyle böyle oldu Liverpool'da mümkünse parayı alabilir miyim?" diyorum. Bu bana öyle bir bakış atıyor ki 0.008 saniyede bardan çıkıyoruz, yine topuklayarak..

Ertesi hafta okulda öğle arası oluyor, ne göreyim? Bizim yazdığımız hatunu partide biri tavlamış. Elimizden kayıyor yavru ceylan gibi, hımpss. Sağ elimle göz göze geliyoruz o sıra, sırıtıyor bana it.

Sözün özü; Bana 30 pound + karılı kızlı ortam borçlusun Everton camiası! Sportif başarısızlığını arkanda yarım bıraktığın borçlardan dolayı insanlardan aldığın ah'lar ve beddua'lara borçlusun, Hoş başarısızlığa borçlu olunmaz ya, neyse...

Sahi, Usta bizim bir yarım vardı, n'oldu ona?


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

OTOBÜS

Çalıştığım yerin teras-havalandırma arasında gidip gelen ama bizim ekibin genelde sigara içmek için kullandığı bir bölümü var. İki-üç ay önce yine arkadaşlarla sigara molası veriyoruz. Arkadaşlar sigaralarını bitirir bitirmez aşağı iniyorlar. Bizimkisi kaytarma ya, bir sigara daha yakayım gelirim birazdan diyorum aşağıya bunlara; tıpkı otobüs sadece 3 dakikalık mola verdiği halde aşağı sprinter edayla inip bu üç dakikada iki tane uzun samsun bitiren amcalar misali hızlı davranmaya çalışıyorum. Nitekim ikinci sigarayı bitmesine yakın cepteki telefon zangırdamaya başlıyor. O an bir çeşit beyin g.telekliği yaşıyorum. Telefonu almak için sağ elimdeki sigarayı terastan aşağı sallandıracağıma elimdeki bardağı atıyorum. Lan!Lan! demeye refleks göstererek bir an aşağı çömeliyorum. Bildiğin alaturka tuvalet s.çış poziyonu. Biri o an beni görse yanımda tuvalet kağıdı olmadığı için çatıdaki straforu koparır verir çalı-çırpı niyetine, irbik getireyim mi lan dürzü, taharet alırsın der. Bardak ...

PARALEL EVREN HİKAYELERİ; HAYALLER VE HAYAL KIRIKLARI TİYATROSU

Bölüm 4; Palyaço Siz yaptınız değil mi gençler bunu? diye soruyordu bize Rajmund Kazimir, nam-ı diğer Ray Reis. Evet, biz yaptık diyemedik o an. Ama kaçışan gözlerimizin ifadesi, onun kadar yıllarca samimiyetsiz gözlerin ilgi noktası olmuş odağında eriyip " Evet, biz yaptık reis " halini alıyordu. Çünkü o bir " palyaço " idi. İnsanların samimiyetsiz göz bebeklerini parlaklaştıran bir mesleği, meşakatsiz kıyafetlerle yıllar boyu babasının kurduğu sirkte bir palyaçoluk yaparak geçiştiren birinin aynı samimiyetsiz bakışların altında yatan mânaları insanların hal ve tavırlarından anlamaması pek pek âla mantıklı değil, öyleydi de zaten. Hepiniz beni idare ediyorsunuz değil mi? diyordu yaşlı Kurt. Max lakaplı bizim tayfanın liderine yönelerek; Max sana Old Trafford'un hikayesini anlatmıştım değil mi? diye soruyordu bu sefer. Max bize yönelerek anlamsızca bakışlar atarken devam etti Ray Reis; Oraya neden Hayallerin Tiyatrosu diyorlar biliyor...

KAHVEDEN ÇOCUKLAR - UZUN İHSAN

Geçen gün yine kahvede oturuyoruz. Televizyonda Kral Tv açık. Bizim kahve çok garip bir kahve, çok entarnasyonel. Bir duvarında Ankaralı Namık'ın posterleri varken diğer duvarında Ottowa'lı Rüstem diğerinde Magdalalı Meryem'in resimleri var, garip. Biz yine okey oynuyoruz. Okeyi vurup ıstakayı tam Bernard Lewis'in kafaya vuracakken yan masada kavga çıkıyor. Kafayı şöyle bir çevirince ne göreyim; bizim Uzun İhsan efendi Rene Descartes ile ağız dalaşına girmiş. Varoluşçuluğu ve imtiyeciliği tartışıyorlar. Dekart oradan bağırıyor;" Benim ortaya attığım şüpheli yaklaşımları Freud sonraları kitap yaptı İhsan Efendi, ne konuştuğuna dikkat et, lafını bil!" diyor. "Ortada düşünecek birşey varken, bu eyleme dönüştürülmediğinde başlar hezeyan. Sen düşünmüşsen bu kafandadır hala tasarım yapıyorsundur, eğer düşünmediysen kitaba yazmışsındır ki bu ortada tartışabilecek birşeyler olduğunu gösteriyor Dekart" diyor İhsan efendi. Tam o sıra Woody Alle...