Biri gelip hadi bırakalım artık dese..
Bir ilişkiyi, bir işi, yahut bir oluşu. Üstelik tam da "tam da" diyebileceğin bir vakit.
Kalbin mi kırılır, yoksa hayallerin mi?
Geçmişe özlemle bakabildiğin anda keşkelerin havada kasırgaya karşı verdiği
mücadeleyi mi izlersin, yoksa kasırganın gelip seni içinde bolca umudun olduğu
geleceğini götürmesini mi beklersin?
Yol ayrımları, deplasman yolundaki ağaç sayıları..
Takımının içerdeki maçlarını artık kale arkasından değil de maratondan mı
izlemektir hayal kırıklığı, tribünde yanındaki tanımadığın adamın gol olduğu
sırada Yeahhh! diye bağırırken sesini tanımak mı?
Hiçbiri..
Deplasman yolundaki ağaç sayıları hepimiz için önemliydi. Deplasman
müdavimlerinden adaşım Joe'nun
buluşuydu bu. Belki de şifreli konuştuğumuzu düşünürdük barda, belki de jargon
olmuştu aramızda. Kuzeydeki maçların çoğu on bin ağaçtan fazlaydı. Gelecek
haftanın planlarını yaparken atlardı biri "beyler bu hafta sekiz bin
ağaçlık yere gidiyoruz", herkes anlardı Milton Keynes'e gideceğimizi. Takım isminin ne önemi vardı.
Gençtik bir hayli, bıraksalar yirmi bin ağaçlık mesafeye bile giderdik.
Zaman geçti. Ağaçlar mevsimine göre kurudu, mevsimine göre yeşerdi. Tribüncü
ekip 30'una merdiven dayadı, çoğu 30'unu geçti. Eskisine göre heyecanımız
kalmadı belki ama birbirimize de söyleyemedik bu durumu. Mecburen gittik geldik
belki de deplasmanlara. Takım zaten sürekli hayal kırıklığı.
Daniel evlendi, çocuğa karıştı, Thomas da olaylara. Bir çoğumuz da başka
şeylere, kocaman adamlar olmuştuk bir kere, dönüşü olmaz bir yoldaydık artık.
Hayatın başka bir perdesi başlayacaktı belki, ama biz direniyorduk.
Barlar eskisi gibi dolmuyordu, muhabbetler artık neler yapılacağına dair
değilde mazi ile ilgili olmaya başlayınca anlıyorduk; bizden bu kadarmış
arkadaş diye. Birbirimize 16 yaşındayken
dahi atmadığımız yalanları atmaya başlıyorduk. Alban arıyordu Crewe maçıyla ilgili
neler yapıyoruz diye; şehir dışında olduğumu söylüyordum ona, sesinin
bozulduğunu fark ettiğim anda ev telefonundan konuştuğumu fark edince "hmm,
neyse bir bakayım, ayarlayabilirsem geliriz diyordum", o ise telefonu
kapatırken bye dahi demiyordu, haklıydı da.
Bir iki ay hiç gitmiyorum maçlara.
Doug'u arıyorum neler yapıyorsunuz hiç planınız var mı diye. Gelecek hafta
Walsall var diyor. Klüp maça altı otobüs kaldırıyor diyor. Mat'i arıyorum,
karısını Londraya gebelik kontrol için doktora götüreceğim diyor. Biliyorum,
çoktan ayrıldı karısından.
Bir oluşum yapmıştık tribünde; çoğu premier lig ekibinin bile kıskandığı...
Halifax'daki barda
buluşuyoruz. Hep yeni yüzler, yeni çocuklar. Bizimkiler yavaş yavaş geliyorlar
barın önüne. iki, üç derken beş kişi oluyoruz. Beş eski yüz. Otobüsün
kalkmasına daha bir iki saat var.
Kimse barda birşey konuşmuyor, konuşamıyor. Barda çalışan eleman abi diğerleri de gelecek mi yoksa getireyim
mi biraları diyor. Getir biraları sen diyoruz, her maçtan önce yaptığımız bira
içme ritüelini çocuk da biliyor, emin
misiniz diyor. Eminiz diyoruz.
Gençlere söz vermişiz; Takım Championship'e çıkınca bırakacağız tribünü onlara.
Onlar da biliyor dağıldığımızı, homurdanmaya başlıyorlar yavaş yavaş.
Tribünlerimizin eskisi gibi olmadığını söylüyorlar. Hatta bizden habersiz
Southampton çocuklarıyla dalaşıyorlar. Dertleri onlarla değil biliyoruz,
bizimle. Mesaj vermeye çalışıyorlar bize
farkındayız, tıpkı bizim tribündeki abilerimize yaptığımız gibi. Bir
farkla; onlar birgün aniden bırakıp gitmişlerdi topyekün, biz ise direniyoruz,
anlamsızca.
Otobüse bindiğimiz zaman Keir soruyor bize; Beyler
bırakalım mı, Bugün, Burda. Biralarımızı içip, bardaklarımızı götürelim eve* ha?
diyor. Cevap vermiyoruz, sadece gülümsüyoruz.
Yolda farkediyorum, Joe artık ağaçları
saymıyor. Üstelik en çok sevdiği mevsim sonbaharda, sonbaharda ağaçların daha
rahat sayıldığını söyler dururdu.
Otobüs Ewell'da mola veriyor. Bu sefer bana tribün ismimi takan joe; Hey Turk
bırakalım bence de diyor. Tek kelime etmiyoruz. Otobüs kalkmak üzere iken
genç seagullslardan biri gelip abi hadi
sizi bekliyoruz diyor. Siz gidin biz geliyoruz diyor Doug. Otobüs gidiyor.
Dışarda üşümüşüz, içeri gidip kahve içelim diyoruz. Giriyoruz içeri.
Fulham ve bizim tribünlerin çok kullandığı tezahüratı Out in space adında şarkı yapan Travis çalıyor coffee shop'da,
gözlerim doluyor. Ellerim titriyor. Doug; Joe the turk sen baban öldüğünde bile ağlamadın ,
ağlamayacaksın değil mi çocuk gibi diyor. Yok canım ne ağlaması , kocaman adamız diyorum, gülümsüyorum.
Kahvemizi içip, soğuk sonbahar öğleni ters
yön
de otobüs bekliyoruz.
Tüm tribüncülere selam olsun.
*: tribün grupları bu işi bıraktıklarında bar sahibi hepsine özel bir bardak
yaptırır ve sahiplerine verir yani bir adet gibi.
Yorumlar