Dışarıda yağmur var. Boş durmayalım, Hıncal Uluçla pazar anısı tadında birşeyler karalayalım.
Henüz yazıya başlamadan önce söylemezsem yerimde duramam
diyebileceğim bir olay mevcut. Post'a ilişkin fotoğraflar ararken birşeyi
farkettim, ki daha önce fotoğraf ve fotoğraf sanatçılığı ile blogcak bir-iki
kelam etmiştik. Hani memleket memleket dolaşıp ironi bulmaya çalışıp bulduğu
anda resme geçiren ve bu yetmezmiş gibi fotoğraf sitelerinde "Çok güzel kare", "Minimalistliği
anlatmış bir çalışma, bravo üstad", "Bundan
daha iyisi olamazdı" tadında sanal övgüleri toplayıp kendine mastürbatif kazak yapan internet insanları doğa, insan, savaş
fotoğrafları yetmezmiş gibi borsaya da sıçramışlar. Hani borsada yahut iş
camiasında işler kötü gidince "Uff, kötü sıçtık nınski"
minvalinde üçüncü şahıs bakışları atan brokerları mümkünse o kötü manzarayı
birkaç elektronik tabela manzaralarına indeksleyecek şekilde oldukça
"ironik" çalışmaya başlamış bu insanlar. Sanmıyorum ki bir gazetenin
müdürü "Yarın masamda üzüntüden pörsümüş broker resimleri
istiyorum"
desin. Yahut borkerların kendi aralarında "Olum
fotoğrafçılar gelmiş, çabuk üzüntüden derman kalmamış, hayvani şaşırmış,
iddiadan tek maçta yatmış adam gibi bakışlar atalım, koy nasdaqın götüne
Dowjones'a gitsin. Haydi beyler bunu başarabiliriz. Sinerji
daha çok sinerji.." şeklinde düşündüklerini sanmıyorum, neyse.
2002 senesi Beşiktaştaki evimde Cumartesi oturmuş gazete okuyorum. Telefon
çalıyor. Ki bu tarz hikayeleri anlatırken insanlar genelde " Hiç unutmam
birgün evimde oturmuş kitap okuyorum, hiç unutmam evde tuvala fırça darbelerimi
vuruyordum" minvalinde cümleler kullanır. Yahu arkadaş birtek ben mi evde
kadın programı izliyordum, birtek ben mi soğan soydum? Yazıklar olsun size,
neyse. Arayanın ismini söylemeyeceğim, o kendini biliyor. Kaldı ki bloğu
okuduğunu da biliyorum, yazının sonunda mesajı alacak.
Joe birader diyor, Yarın
boş musun? adama ihtiyacım var diyor. Olum halı saha
maçında kaleye adam arıyorsanız olmaz diyorum. Yok abi
bizim arkadaşın kız arkadaşı bitirme tezini bize yaptıracak, bizim ekipten bir
arkadaş rahatsız, zaten kolay bir iş birader, eğleniriz baya diyor. Olum bitirme tezini nasıl yapacaksın çakallığa mı başladın yoksa
diye sorunca bu "Yok be birader, kızın tezi -hiç
unutmam- Serbest piyasada talebin düşürücü etkisi üzerine imiş. Bu etkileyici birşeyler yapmak istiyormuş. Bizde yarın Sanayi
mahallesinde pazar kuruluyormuş oraya gidip çekim yapacağız. Sabah başlayan
fiyatları akşama kadar düşer pazarda biliyorsun değil mi bunu Joe? diyor. Herhalde
biliyoruz birader, altın klozete mi yapıyoruz hacetimizi? diyorum. Tamam yarın bizim okulun-Mimar Sinan Uni- önünden servis kaldıracağız,
oraya gelirsin diyor. Ben, Birader yanlış anlama ama
sabahtan akşama kadar mı sürecek? hayır, bileyim ona göre deyince "Ooo, Joe bizde seni
sinemadan anlıyorsun, seviyorsun diye çağırıyoruz, bize fikir verirsin diye.
Sen daha gelmeden artistlik yapmaya başladın" diyor. Tamam yarın
sabah oradayım deyip telefonu kapatıyorum.
Bu çakal tabi o zaman boş gezen yönetmenler halkasının müdavimi. Gerçi şu
sıralar popüler bir kurgu yönetmeni, ara sıra mail atardı, artık o da yok.
Neyse deşifre etmeyelim. Sabah kalkıp gidiyorum yedi-sekiz kişi doluşmuş
otobüsü bekliyor. Ben gidip merhaba der demez bunlar bana kocaman bir stüdyo
ışığı tutturuyor elime. Lan bu muydu benim görevim, ışık mı tutacaktım allahsız
herif! deyince çevredekiler garip bir bakış atınca ben tabi mahçup oluyorum.
Hayır, bu adam telefonda benim yapacağım işi tam detaylı anlatmadı, lakin
herhalde öyle bir tasavvur etmişimki olayı sanki çekim sırasında oturacakken
arkamdan bir asistan katlanır yönetmen sandalyeyi koyacak, Böyle arkasında Mr.Ateşdağlı yazan koltuktan. Ben arasıra gereksiz
yere kes! diyeceğim kameraya oyunculara "Olum, sizden
kamera ile
sevişmenizi istiyorum, böyle pespaye oyunculuklar, kendini beğenmiş budalalar
istemiyorum" ve sinirimi alamayıp asistana "Herkes benim
kahveyi sert
içtiğimi bilir, bu nasıl bir kahve böyle, ben bu ortamda çalışamam. Bu günlük paydos,
hadi dağılın
pezevenkler" şeklinde histerilere kapılmıştım, garip biriyim belki, evet.
Küçük bir otobüse doluşup 4.Levent'e doğru gidiyoruz. Bu çakal benim yanımda
anlatıyor neler yapılacağını. Şimdi yalan yok, hakikaten beğeniyorum bu tezin
uygulamalı bir yöntemle yapılmasını. Gayrettepe taraflarına geldiğimiz zaman
sağ çaprazımda biri oturuyor. Hafif kesmeye başlıyorum ben bunu. Sonra soluma
dönüp şu kız senin ekipten mi? Ayarlasana lan bana Allahsız! diyorum bizimkine.
Abi, bizim Selen ya o diyor.Ben; Tamam ya abi onun için diyorum deyince Oğlum Joe sana da karımızı, bacımızı emanet
edemeyeceğiz ha! diyor. Oğlum Selen bizim hatun, daha önce tanışmadınız mı?
sorusuna sanki hiç pot kırmamış gibi davranarak "Abi bileydim yanına
oturmazdım, kalkayım istersen, arkaya geçeyim birlikte oturursunuz."
deyince "Yahu yok, sorma aramız bozuk biraz" diyor. Benim böyle çok
pot kırmışlığım var sorma. Bir keresinde Annesi ölen arkadaşa Türkçeyi
kullanmaya kullanmaya unuttuğum deyim olan Başınız sağolsun yerine Geçmiş olsun
birader demişliğim var telefonda. Üniversite kantininde yurtdan oda arkadaşına
yazdığım kıza gidip " Senden birşey istiyorum. Biliyorum Hellen'la oda
arkadaşısınız. Hellen'a bir ilgim var, hani diyorum ki sen bir konuşsan. Bak
söz, bu iş olursa sana bir yemek ısmarlarım" lafına kızın altına işemiş
çocuk gibi ağlamasına yanımdaki bizim elemanlardan "Joe, olum onlar lezbiyen bilmiyor musun? diye söylemesi bu listeyi burada
bitirmiyor esasında, Sonraları Bu Hellen'la aramız iyi olmuştu, bir nevi kanka
gibi. Sırf ibneliğine gidip buna doğum gününde şatafatlı bir dildo almıştım.
Baya bir şatafatlı almışız anlaşılan, hediyeyi açınca bu çok büyük demişti. İyi
ya kızım işte, gelecek senede giyersin şeklinde pot kırmıştım. Bu en son
yazdığım şakaydı ha, aman. (kendimden utandım bir an, kabul)
Neyse biz pazarın kurulduğu
sokağa malzemeleri indiriyoruz. Pazar esnafı ilk başta şaşkın tabi. Projesi
olan kızda geliyor, hadi başlayalım diyoruz. Başlıyoruz başlamasına da sağ
elime kocaman bir stüdyo lambası ve sol elime daha doğrusu sol omzuma dolanmış
şekilde yaklaşık on-oniki metrelik bir kablo yumağı takıyorlar. Marlboro
reklamlarında kullanılan adamın sağ elinde stüdyo lambası olmayan versiyonunu
düşünün, işte o benim. En azından o anlık. Benim arkadan elinde akümülator gibi
bir aleti taşıyan çocuk var. Ve nihayet pazarda ilk abi bağırıyor; Tomus 2
milyon, tomus 2 milyon! Hurraa!, koşturuyoruz. Gidip abiyle konuşmaya
başlıyoruz. Halde çok sıra varmış, bugün domates çok pahalı olur, düşmez diyor.
Akabinde iki yan taraftaki abi başlıyor Lahanaya gel, havuça gel diye.
Tabi koşuştururken çok komik manzaralar ortaya çıkıyordu. Hani böyle olayı
anlatıp karşıdan bir refleks vermeyen birine "Ama orda olman lazımdı
ehehe" şeklinde olacak ama düşün bir tane kamera arkasında yukarıdan
mikrofon tutacak şekilde koşan biri ve elinde ışığı tutan ben ve beni kovalayan
ve elinde akümülatör olan biri bunuda kovalayan ve kablolaların etrafa
yayılmamasını sağlayan bir hanım kız, ve yanılmıyorsam iki kişide köşedeki
mezar taşına benzeyen telefon santral dolabının üzerine monitör gibi birşey
koymuş ona bakıyorlardı, Gerçi herkesin en son hizmetçiye daldığı hikayeye
benzedi bu. Neyse muazzam bir manzara anlayacağın. Gerçi bir tane çocuk daha
vardı, es geçmeyelim onu. İt herifin tek işi pazarı dolaşıp tek tek meyvelerin
tadına bakmak oldu, gıcık olmuştum. Biri oradan başka bir fiyat bağırıyor
paldır-küldür bir daha koş, kademeye gir. Bu ne lan?
En son artık yorulunca "Kardeş, bence birisine gidip beş-altı kere farklı
fiyatlar söyletelim, sanki farklı zamanlarda olmuş gibi çekim açıları
kullanalım, çok yorulduk çünkü" diyor ordan biri. Hay ağzını, yüzünü
öpeyim diyorum içimden. Bizim çakal yönetmen bozuntusu ilk başta olmaz, aynı
tadı vermez diyor. Lan it, o zaman ver elindeki o sikko kamerayı, al şu
bazukayı sen tut diyecek gibi bakınca ben iyi hadi o zaman gidip şu abiye
söyleyelim diyor. Kısa boylu bir abininin yanına gidip söylüyoruz bu durumu.
Kabul ediyor sağolsun. Lakin bu normalde ilk çekimde 2 milyon deyip ikincisinde
bu sefer sol taraftan yapılan çekimde badılcan bibuçuh, badılcan bibuçuh diye
bağırınca sanki herkes pazara patlıcan almaya gelmiş gibi birden izdiham
oluyor. Bir de çakallar kamerayı görünce şov yapmaya başlıyor. Eskilerin Trt
röportajlarını banttan bolca geri-ileri yapmış biri olarak iyi bilirim. Genelde
Hükümetle ilgili haberlerden sonra Kızılay'a inerdi muhabirler. Kimle röportaj
yapılsa altına sıçarlardı, konuşamazlardı. Çok
iyi bilirim bir keresinde adam konuşamadı diye kendini köprüden atmıştı. Gerçi
Ankarada köprü yok, yalan olduğu anlaşıldı bu adamın yaptığı, sonra çıktı özür
diledi falan. Gerçi yine konuşamadı. Tabi siz küçüksünüz bunları
hatırlamazsınız. Sahi böyle tipler vardır birde; "Siz
küçüksünüz
hatırlamazsınız adamları" nesilleri halen devam ediyor mudur
bilemem ama bunların bu lafının meali "Öyle işkembeden
attım ki, İnşallah Wikipedia'da yazmıyordur bu" 'dur. Neyse diyeceğim
o ki millet o zaman kamerayı görünce tüm bildiklerini unuturken şimdi öyle mi?
Kamerayı uzattığın adam anında dünyadaki kriz hakkında bir saat konuşur.
Neyse, kameralarımızı
o gün kağıthanede yaşanan akıl almaz izdihama döndürelim. Tabi böyle bir izdiham
olunca bizim pazarcı esnafı yenge hanım valla iki milyon, bu
pezevenkler bana zorla söyletti, ekmek çarpsın lafını bir elli kere
rahat söylemiştir, hemen topukluyoruz tabi oradan. Bir on dakika daha dursak
kızın tez konusu; "Tez sunumu için pazara gidip esnafa
cinnet geçirtmek isteyenlere tavsiyeler" olurdu.
Öğlen iki gibi olunca yemek yemek için ara veriyoruz. Tam yemeği yiyip
sigaramızı yakacakken bir yağmur yağmaya başlayınca bizim tezi olan kız
heyecanlanıp ayağa kalkıyor"Allahım çok şükür sana.
Arkadaşlar hadi kalkın, yağmur başladı. Allahım çok şükür sana, tam istediğim
gibi oldu" deyince millet birden ayaklanıyor. Ben yaktığım sigaran
bir fırt çekip bizim bu çakala bir saniye bakar mısın kardeş diyorum. "Bak koçum, şimdi tamam kızlar erik gibi, ortam güzel, dekor falan iyi,
lakin benle taşak geçiyorsanız belanızı s....m oğlum sizin. Bu ne lan yağmur
yağmaya başladı dışarı çıkmak için sabırsızlanıyorsunuz, hakikaten bu nedir
arkadaş?" diyorum. Ya yok Joe ne alakası var
abi, yağmur yağınca fiyatlar neredeyse taban yapar diyor.
Ha öyle mi ya, valla bilmiyordum ehehe diyorum. Demek ki altın değilde gümüş klozete hacetimizi görüyor muşuz diyorum.
Bu espriyi anlamıyor tabi.
Yağmura alışkınım. Tamam kabul, lakin yüküm çok ağır. Oraya koştur, buraya
koştur. Bir de yağmur yağdığı için millet tente gibi aletler çekince ışığı
yukardaki iplere takmamak için direniyorum. Hakikaten kızın deli dana gibi
cozutması doğruymuş. Salatalık, marul, mandarin bunların hepsinin fiyatı
nerdeyse yarı yarıya düşüyor. Ama neredeyse gidecek takadimiz kalmayınca bizim
yönetmen bozuntusu arkadaşlar tamam hadi yeter deyince bir derin oh çekiyorum. Arkadaşlar abartmıyorum, yani oraya Birleşmiş
Milletlerden çocuk işçilerini önlemek amaçlı kurulmuş ekip Hindistan'dan
ayağının tozuyla gelmiş bir heyet bizi görse oturur ağlardı. Elindeki
Hindistanda yazdıkları raporları yırtıp atar, iddaa bayisine girip usta kalem var mıydı? der idi, "Işıkçılığın
üçüncü dünya ülkelerinde ortaya çıkardığı Jetlag-götlek sorunlar"
adlı raporunu yazmaya başlardı. Yemin olsun. Bir yandan yazar, bir yandan
ağlardı.
Fazla uzatmanın bir anlamı
yok, yavaştan kapatalım konuyu. İşimiz kısmen bitiyor orada. Son iş artık bizim
tezci kızın söylediğine göre kalan sebzelerin bedavaya etraftaki evsizlerin,
parası az olanların toplayacağı görüntüleri çekmekmiş. Eyvallah diyoruz, kalan
kısım kolay. Zaten etrafta kimsecikler kalmadı.
Bu arada çekilen görüntülere şöyle bir bakıyoruz, hakikaten bizim çakal iyi iş
çıkarmış. Şöyle güzel bir kurgu da olsa güzel olur hani. Ara sıra hafiften
sıçtığımız bölümlerde var. Bizim eleman Van kedisine benzeyen mikrofonu adamın
ağzına sokacak gibi olurken kadraja girmesi gibi şeyler bunlar. Ama bu tezi
nasıl böyle yapacağını düşündüğü için de hanım kızımızı tebrik ediyorum
içimden. Hakikaten muazzam bir düşünce, cesaretli bir proje. Bana kalsa, yani
bir üniversitede işletme yahut iktisat hocası olsam serbest piyasa gibi ya da
maliye, iktisadi kuramlar dersini incelemesi ve dolaylama yollardan etüd etmesi
için öğrencilerimi saçma
sapan management seminerlerine değil pazarlara yollardım. Şahsi
fikrim tabi bu. Yani hakikaten Adam Smith ya da Locke ikilisi İskoçyada değilde
Çeliktepede doğsalar sanırım fiyat teorisi, değer teorisi gibi kuramlar çoktan
çözülmüş olacaktı, neyse.
Saat yedi buçuk gibi olunca hafiften sokağın arka uç kısımlarına doğru
yöneliyoruz. Büyük poşetlere atılmış portakalları, patlıcanları koyuyorlar. Biz
bunları çekerken bunlar doğaçlama biz istemeden ne yaptıkları ile ilgili
konuşuyorlar, kameraya dahi bakmıyor. Yani istemeden ülkenin ekonomik sistemi
ve besin piramidi gibi uçlaşan sistemi harikulade anlatıyorlar. Sonra Sokağa
çöp kamyonu ve yıkama aracı girince biz mecburen monitör sulanmasın diye
sokağın orta kısmına doğru yol alıyoruz. Yaklaşık bir dakika kadar yürüdükten
sonra kız "Arkadaşlar çok teşekkür ederim, ben size bir
kağıt vereyim tez sunumumda yardımcı olanlara teşekkür ettiğim bir slayt
sayfası olacak orada adınızı yazarım" diyor. Ben içimden
"Aferin iyi ki aklıma getirdin, gidip bizim şu çakala bu çekimi belgesel,
melgesel yapacaksa sonunda cast akarken beni ışıkçı değilde prodüksiyon sıfatı
ile anmasını isteyeyeyim" diye düşünürken arkadan bir patırtı kütürtü,
kavga sesleri geliyor. Kızla şöyle bir gözgöze geliyoruz; "Bunu çeksek iyi
olurdu aslında ya" anlamında bir bakış atınca aha s..i tuttuk şeklinde
koşturmacaya başlıyoruz. Bu sefer o karmaşa ve koşturmacada görevim monitörü
tutmak oluyor. Gidip bir bakıyoruz aslında önemli birşey değil. Ama tabi artık
malları toplayanlar için önemli. Çöp kamyonu bunları topladığı büyükçe bir
poşeti ezmiş. Tabi bunlar feryat figat şöfore bağırıp çağırıyorlar. Daha oraya
varır varmaz daha doğrusu bizim bu çakal kamerasını açar açmaz bir de ışığın
provakatif etkisi ile sesi duyup gelen memurlar kavga edenlere değilde direkt
bize doğru oldukça şoven bir harektle daldılar. "üüüşş, iiop, çekme ulan,
küme düyom" tandaslı. Gerçi sonradan öğrendim bunlar polis değilmiş. Şu an
ismini hatırlayamadım ama polis gibi kıyafeti olan ama polisteki yetkileri
elinde bulunmayan, esnafı denetleyen bir kurumun memurlar. Bu yüzden memur
diyelim onlara şimdilik, sonra bulursam edit çekeriz. Herneyse, bunlar bizim
üstümüze dalınca bizimkiler olayı anlatmaya çalışıyor, ama nafile. Şimdi yalan
yok, bu yazının ortalarında bahsettiğim hiçbir işe yaramaz eleman birini
hafiften bir itekleyince bu sendeleyip düşüyor. Bu kalkıp bunu direkt haşat
ediyor. Lakin kızlardan biri polis, yok mu polis? diye
bağırınca benim devreler yanıyor. N'oluyor lan? diyorum içimden,
N'apıyoruz biz? Kimiz? Bu adamlar polis değil mi? Polisle kavga yapılırken
polis mi çağrılır? Benim bildiğim tuzlukla koşulur şeklinde sıtkım
sıyrılıyor. Ha, bu arada kucağımda monitör var, orayı atlamayalım. Ama yinede o
halde bile itişmeyi ayırmaya çalışıyorum.
Uzatmayalım, sonra iki tane motosikletli polis geliyor oraya. Ha bu arada asıl
kavganın sahipleri o sıra barıştı, hatta kol kola oturup bizim kavgamızı
izliyolardı. Sağolsunlar nazik adamlardı. Neyse Beşiktaştaki emniyet
müdürlüğüne götürecek bir araba geliyor. Yolda giderken Allahtan trafik vardı.
Bu adamlarla ile ilk önce sinirli bir şekilde ağız dalaşına -özellikle kızlar-
girmişken, muhabbet birden babacan rakı sofrası muhabbetlerine dönüşüyor. İlk
kez Barbaros bulvarı trafiği işe yarıyor. Bulardan daha genç olanı "Çocuklar, vallahi sizi gazeteci, televizyoncu falan sandıydım.
Şerefsizler her olayda bizi suçlu gösteriyorlar, ekmek çarpsın öyle. Hadi
gelin, bakın siz de gencecik çocuklarsınız. hem sizin adınız hem bizimkiler
lekelenmesin gelin şu kavgayı bitirelim, aşağıda sahilde inelim, yoluna gitsin.
He gurban olduğum, he? " diyor. Biz birkaç saniyelik kontrpiyeden
sonra tabi abi, ne demek zaten kavga bile etmedik
diyoruz. Ama en arkadaki koltukta harem yapmış kızlar komünist partisi
manifestosunu okuyan İstiklal caddesi genci gibi debeleniyor "Ya, hayır olur mu? Buraya kadar bunun için mi geldik?" tam
o sıra artık yorgunluktan ölecek gibi olan ben tamda evimin olduğu yere
yaklaşıp oradan kaçmanın planlarını yapıyorken bu kızlar böyle konuşunca ben
bunlara dönüp" Bakınız, hepiniz erik gibisiniz anladık. Lakin günümü
s.ktiniz attınız.Bu yüzden şimdi oraya gelirim hepinizin ağzını yüzünü bir
s...m, etrafa da bulaştırmam, bak o kadarda iyi niyetliyim, anlatabiliyor
muyum?" tadında bir bakış atınca bunlar tırsıyor, deplase oluyor. Belkide
elimdeki mikrofonun kudretiydi o, karanlıkta süvari gibi gözüktüm o an, kim
bilir. Sonraları abilerle derin muhabbete giriyor, hepimizin ismini öğreniyor,
o gün pazarda aslında ne yaptığımızı anlatınca helal olsun diyor. İyi de bana niye söylemediniz ki? Kavga etmezdik ehehe diyor.
Ama herşeyiyle güzel bir gündü, sonraları sordum kız en yüksek not almış
hocalarından.
****
Bir kilo pırasa 1.5 tl
Beş adet limon 1 tl
Bir adet stüdyo ışığı 179.50 tl
Polis arabasıyla giderken mavi gömlekli bir memurun "Peki şu elindeki
çubuğa kaniş köpeği takmış arkadaşın ismi nedir sorusuna cevaben verilen Joe Jonese ağabey'e karşılık Co..Co..cones? Lan Ahmet şöfore söyle
karakola götürsün bizi, aramızda gizli ajan var ehüehüehü, neyse bu kadar espri
yeter" diyen adama küfretmenin bedeli; Paha biçilemez.
****
Not: Sercan birader söyledi; O memurların ismi Zabıta imiş.
Yorumlar