Ana içeriğe atla

MASTERCARD



Dışarıda yağmur var. Boş durmayalım, Hıncal Uluçla pazar anısı tadında birşeyler karalayalım.

Henüz yazıya başlamadan önce söylemezsem yerimde duramam diyebileceğim bir olay mevcut. Post'a ilişkin fotoğraflar ararken birşeyi farkettim, ki daha önce fotoğraf ve fotoğraf sanatçılığı ile blogcak bir-iki kelam etmiştik. Hani memleket memleket dolaşıp ironi bulmaya çalışıp bulduğu anda resme geçiren ve bu yetmezmiş gibi fotoğraf sitelerinde "Çok güzel kare", "Minimalistliği anlatmış bir çalışma, bravo üstad", "Bundan daha iyisi olamazdı" tadında sanal övgüleri toplayıp kendine mastürbatif kazak yapan internet insanları doğa, insan, savaş fotoğrafları yetmezmiş gibi borsaya da sıçramışlar. Hani borsada yahut iş camiasında işler kötü gidince "Uff, kötü sıçtık nınski" minvalinde üçüncü şahıs bakışları atan brokerları mümkünse o kötü manzarayı birkaç elektronik tabela manzaralarına indeksleyecek şekilde oldukça "ironik" çalışmaya başlamış bu insanlar. Sanmıyorum ki bir gazetenin müdürü "Yarın masamda üzüntüden pörsümüş broker resimleri istiyorum" desin. Yahut borkerların kendi aralarında "Olum fotoğrafçılar gelmiş, çabuk üzüntüden derman kalmamış, hayvani şaşırmış, iddiadan tek maçta yatmış adam gibi bakışlar atalım, koy nasdaqın götüne Dowjones'a gitsin. Haydi beyler bunu başarabiliriz. Sinerji daha çok sinerji.." şeklinde düşündüklerini sanmıyorum, neyse.

2002 senesi Beşiktaştaki evimde Cumartesi oturmuş gazete okuyorum. Telefon çalıyor. Ki bu tarz hikayeleri anlatırken insanlar genelde " Hiç unutmam birgün evimde oturmuş kitap okuyorum, hiç unutmam evde tuvala fırça darbelerimi vuruyordum" minvalinde cümleler kullanır. Yahu arkadaş birtek ben mi evde kadın programı izliyordum, birtek ben mi soğan soydum? Yazıklar olsun size, neyse. Arayanın ismini söylemeyeceğim, o kendini biliyor. Kaldı ki bloğu okuduğunu da biliyorum, yazının sonunda mesajı alacak.

Joe birader diyor, Yarın boş musun? adama ihtiyacım var diyor. Olum halı saha maçında kaleye adam arıyorsanız olmaz diyorum. Yok abi bizim arkadaşın kız arkadaşı bitirme tezini bize yaptıracak, bizim ekipten bir arkadaş rahatsız, zaten kolay bir iş birader, eğleniriz baya diyor. Olum bitirme tezini nasıl yapacaksın çakallığa mı başladın yoksa diye sorunca bu "Yok be birader, kızın tezi -hiç unutmam- Serbest piyasada talebin düşürücü etkisi üzerine imiş. Bu etkileyici birşeyler yapmak istiyormuş. Bizde yarın Sanayi mahallesinde pazar kuruluyormuş oraya gidip çekim yapacağız. Sabah başlayan fiyatları akşama kadar düşer pazarda biliyorsun değil mi bunu Joe? diyor. Herhalde biliyoruz birader, altın klozete mi yapıyoruz hacetimizi? diyorum. Tamam yarın bizim okulun-Mimar Sinan Uni- önünden servis kaldıracağız, oraya gelirsin diyor. Ben, Birader yanlış anlama ama sabahtan akşama kadar mı sürecek? hayır, bileyim ona göre deyince "Ooo, Joe bizde seni sinemadan anlıyorsun, seviyorsun diye çağırıyoruz, bize fikir verirsin diye. Sen daha gelmeden artistlik yapmaya başladın" diyor. Tamam yarın sabah oradayım deyip telefonu kapatıyorum.

Bu çakal tabi o zaman boş gezen yönetmenler halkasının müdavimi. Gerçi şu sıralar popüler bir kurgu yönetmeni, ara sıra mail atardı, artık o da yok. Neyse deşifre etmeyelim. Sabah kalkıp gidiyorum yedi-sekiz kişi doluşmuş otobüsü bekliyor. Ben gidip merhaba der demez bunlar bana kocaman bir stüdyo ışığı tutturuyor elime. Lan bu muydu benim görevim, ışık mı tutacaktım allahsız herif! deyince çevredekiler garip bir bakış atınca ben tabi mahçup oluyorum. Hayır, bu adam telefonda benim yapacağım işi tam detaylı anlatmadı, lakin herhalde öyle bir tasavvur etmişimki olayı sanki çekim sırasında oturacakken arkamdan bir asistan katlanır yönetmen sandalyeyi koyacak, Böyle arkasında Mr.Ateşdağlı yazan koltuktan. Ben arasıra gereksiz yere kes! diyeceğim kameraya oyunculara "Olum, sizden kamera ile sevişmenizi istiyorum, böyle pespaye oyunculuklar, kendini beğenmiş budalalar istemiyorum" ve sinirimi alamayıp asistana "Herkes benim kahveyi sert içtiğimi bilir, bu nasıl bir kahve böyle, ben bu ortamda çalışamam. Bu günlük paydos, hadi dağılın pezevenkler" şeklinde histerilere kapılmıştım, garip biriyim belki, evet.

Küçük bir otobüse doluşup 4.Levent'e doğru gidiyoruz. Bu çakal benim yanımda anlatıyor neler yapılacağını. Şimdi yalan yok, hakikaten beğeniyorum bu tezin uygulamalı bir yöntemle yapılmasını. Gayrettepe taraflarına geldiğimiz zaman sağ çaprazımda biri oturuyor. Hafif kesmeye başlıyorum ben bunu. Sonra soluma dönüp şu kız senin ekipten mi? Ayarlasana lan bana Allahsız! diyorum bizimkine. Abi, bizim Selen ya o diyor.Ben; Tamam ya abi onun için diyorum deyince Oğlum Joe sana da karımızı, bacımızı emanet edemeyeceğiz ha! diyor. Oğlum Selen bizim hatun, daha önce tanışmadınız mı? sorusuna sanki hiç pot kırmamış gibi davranarak "Abi bileydim yanına oturmazdım, kalkayım istersen, arkaya geçeyim birlikte oturursunuz." deyince "Yahu yok, sorma aramız bozuk biraz" diyor. Benim böyle çok pot kırmışlığım var sorma. Bir keresinde Annesi ölen arkadaşa Türkçeyi kullanmaya kullanmaya unuttuğum deyim olan Başınız sağolsun yerine Geçmiş olsun birader demişliğim var telefonda. Üniversite kantininde yurtdan oda arkadaşına yazdığım kıza gidip " Senden birşey istiyorum. Biliyorum Hellen'la oda arkadaşısınız. Hellen'a bir ilgim var, hani diyorum ki sen bir konuşsan. Bak söz, bu iş olursa sana bir yemek ısmarlarım" lafına kızın altına işemiş çocuk gibi ağlamasına yanımdaki bizim elemanlardan "Joe, olum onlar lezbiyen bilmiyor musun? diye söylemesi bu listeyi burada bitirmiyor esasında, Sonraları Bu Hellen'la aramız iyi olmuştu, bir nevi kanka gibi. Sırf ibneliğine gidip buna doğum gününde şatafatlı bir dildo almıştım. Baya bir şatafatlı almışız anlaşılan, hediyeyi açınca bu çok büyük demişti. İyi ya kızım işte, gelecek senede giyersin şeklinde pot kırmıştım. Bu en son yazdığım şakaydı ha, aman. (kendimden utandım bir an, kabul)

Neyse biz pazarın kurulduğu sokağa malzemeleri indiriyoruz. Pazar esnafı ilk başta şaşkın tabi. Projesi olan kızda geliyor, hadi başlayalım diyoruz. Başlıyoruz başlamasına da sağ elime kocaman bir stüdyo lambası ve sol elime daha doğrusu sol omzuma dolanmış şekilde yaklaşık on-oniki metrelik bir kablo yumağı takıyorlar. Marlboro reklamlarında kullanılan adamın sağ elinde stüdyo lambası olmayan versiyonunu düşünün, işte o benim. En azından o anlık. Benim arkadan elinde akümülator gibi bir aleti taşıyan çocuk var. Ve nihayet pazarda ilk abi bağırıyor; Tomus 2 milyon, tomus 2 milyon! Hurraa!, koşturuyoruz. Gidip abiyle konuşmaya başlıyoruz. Halde çok sıra varmış, bugün domates çok pahalı olur, düşmez diyor. Akabinde iki yan taraftaki abi başlıyor Lahanaya gel, havuça gel diye.

Tabi koşuştururken çok komik manzaralar ortaya çıkıyordu. Hani böyle olayı anlatıp karşıdan bir refleks vermeyen birine "Ama orda olman lazımdı ehehe" şeklinde olacak ama düşün bir tane kamera arkasında yukarıdan mikrofon tutacak şekilde koşan biri ve elinde ışığı tutan ben ve beni kovalayan ve elinde akümülatör olan biri bunuda kovalayan ve kablolaların etrafa yayılmamasını sağlayan bir hanım kız, ve yanılmıyorsam iki kişide köşedeki mezar taşına benzeyen telefon santral dolabının üzerine monitör gibi birşey koymuş ona bakıyorlardı, Gerçi herkesin en son hizmetçiye daldığı hikayeye benzedi bu. Neyse muazzam bir manzara anlayacağın. Gerçi bir tane çocuk daha vardı, es geçmeyelim onu. İt herifin tek işi pazarı dolaşıp tek tek meyvelerin tadına bakmak oldu, gıcık olmuştum. Biri oradan başka bir fiyat bağırıyor paldır-küldür bir daha koş, kademeye gir. Bu ne lan?

En son artık yorulunca "Kardeş, bence birisine gidip beş-altı kere farklı fiyatlar söyletelim, sanki farklı zamanlarda olmuş gibi çekim açıları kullanalım, çok yorulduk çünkü" diyor ordan biri. Hay ağzını, yüzünü öpeyim diyorum içimden. Bizim çakal yönetmen bozuntusu ilk başta olmaz, aynı tadı vermez diyor. Lan it, o zaman ver elindeki o sikko kamerayı, al şu bazukayı sen tut diyecek gibi bakınca ben iyi hadi o zaman gidip şu abiye söyleyelim diyor. Kısa boylu bir abininin yanına gidip söylüyoruz bu durumu. Kabul ediyor sağolsun. Lakin bu normalde ilk çekimde 2 milyon deyip ikincisinde bu sefer sol taraftan yapılan çekimde badılcan bibuçuh, badılcan bibuçuh diye bağırınca sanki herkes pazara patlıcan almaya gelmiş gibi birden izdiham oluyor. Bir de çakallar kamerayı görünce şov yapmaya başlıyor. Eskilerin Trt röportajlarını banttan bolca geri-ileri yapmış biri olarak iyi bilirim. Genelde Hükümetle ilgili haberlerden sonra Kızılay'a inerdi muhabirler. Kimle röportaj yapılsa altına sıçarlardı, konuşamazlardı. Çok iyi bilirim bir keresinde adam konuşamadı diye kendini köprüden atmıştı. Gerçi Ankarada köprü yok, yalan olduğu anlaşıldı bu adamın yaptığı, sonra çıktı özür diledi falan. Gerçi yine konuşamadı. Tabi siz küçüksünüz bunları hatırlamazsınız. Sahi böyle tipler vardır birde; "Siz küçüksünüz hatırlamazsınız adamları" nesilleri halen devam ediyor mudur bilemem ama bunların bu lafının meali "Öyle işkembeden attım ki, İnşallah Wikipedia'da yazmıyordur bu" 'dur. Neyse diyeceğim o ki millet o zaman kamerayı görünce tüm bildiklerini unuturken şimdi öyle mi? Kamerayı uzattığın adam anında dünyadaki kriz hakkında bir saat konuşur.

Neyse, kameralarımızı o gün kağıthanede yaşanan akıl almaz izdihama döndürelim. Tabi böyle bir izdiham olunca bizim pazarcı esnafı yenge hanım valla iki milyon, bu pezevenkler bana zorla söyletti, ekmek çarpsın lafını bir elli kere rahat söylemiştir, hemen topukluyoruz tabi oradan. Bir on dakika daha dursak kızın tez konusu; "Tez sunumu için pazara gidip esnafa cinnet geçirtmek isteyenlere tavsiyeler" olurdu.

Öğlen iki gibi olunca yemek yemek için ara veriyoruz. Tam yemeği yiyip sigaramızı yakacakken bir yağmur yağmaya başlayınca bizim tezi olan kız heyecanlanıp ayağa kalkıyor"Allahım çok şükür sana. Arkadaşlar hadi kalkın, yağmur başladı. Allahım çok şükür sana, tam istediğim gibi oldu" deyince millet birden ayaklanıyor. Ben yaktığım sigaran bir fırt çekip bizim bu çakala bir saniye bakar mısın kardeş diyorum. "Bak koçum, şimdi tamam kızlar erik gibi, ortam güzel, dekor falan iyi, lakin benle taşak geçiyorsanız belanızı s....m oğlum sizin. Bu ne lan yağmur yağmaya başladı dışarı çıkmak için sabırsızlanıyorsunuz, hakikaten bu nedir arkadaş?" diyorum. Ya yok Joe ne alakası var abi, yağmur yağınca fiyatlar neredeyse taban yapar diyor. Ha öyle mi ya, valla bilmiyordum ehehe diyorum. Demek ki altın değilde gümüş klozete hacetimizi görüyor muşuz diyorum. Bu espriyi anlamıyor tabi.

Yağmura alışkınım. Tamam kabul, lakin yüküm çok ağır. Oraya koştur, buraya koştur. Bir de yağmur yağdığı için millet tente gibi aletler çekince ışığı yukardaki iplere takmamak için direniyorum. Hakikaten kızın deli dana gibi cozutması doğruymuş. Salatalık, marul, mandarin bunların hepsinin fiyatı nerdeyse yarı yarıya düşüyor. Ama neredeyse gidecek takadimiz kalmayınca bizim yönetmen bozuntusu arkadaşlar tamam hadi yeter deyince bir derin oh çekiyorum. Arkadaşlar abartmıyorum, yani oraya Birleşmiş Milletlerden çocuk işçilerini önlemek amaçlı kurulmuş ekip Hindistan'dan ayağının tozuyla gelmiş bir heyet bizi görse oturur ağlardı. Elindeki Hindistanda yazdıkları raporları yırtıp atar, iddaa bayisine girip usta kalem var mıydı? der idi, "Işıkçılığın üçüncü dünya ülkelerinde ortaya çıkardığı Jetlag-götlek sorunlar" adlı raporunu yazmaya başlardı. Yemin olsun. Bir yandan yazar, bir yandan ağlardı.

Fazla uzatmanın bir anlamı yok, yavaştan kapatalım konuyu. İşimiz kısmen bitiyor orada. Son iş artık bizim tezci kızın söylediğine göre kalan sebzelerin bedavaya etraftaki evsizlerin, parası az olanların toplayacağı görüntüleri çekmekmiş. Eyvallah diyoruz, kalan kısım kolay. Zaten etrafta kimsecikler kalmadı.

Bu arada çekilen görüntülere şöyle bir bakıyoruz, hakikaten bizim çakal iyi iş çıkarmış. Şöyle güzel bir kurgu da olsa güzel olur hani. Ara sıra hafiften sıçtığımız bölümlerde var. Bizim eleman Van kedisine benzeyen mikrofonu adamın ağzına sokacak gibi olurken kadraja girmesi gibi şeyler bunlar. Ama bu tezi nasıl böyle yapacağını düşündüğü için de hanım kızımızı tebrik ediyorum içimden. Hakikaten muazzam bir düşünce, cesaretli bir proje. Bana kalsa, yani bir üniversitede işletme yahut iktisat hocası olsam serbest piyasa gibi ya da maliye, iktisadi kuramlar dersini incelemesi ve dolaylama yollardan etüd etmesi için öğrencilerimi saçma sapan management seminerlerine değil pazarlara yollardım. Şahsi fikrim tabi bu. Yani hakikaten Adam Smith ya da Locke ikilisi İskoçyada değilde Çeliktepede doğsalar sanırım fiyat teorisi, değer teorisi gibi kuramlar çoktan çözülmüş olacaktı, neyse.

Saat yedi buçuk gibi olunca hafiften sokağın arka uç kısımlarına doğru yöneliyoruz. Büyük poşetlere atılmış portakalları, patlıcanları koyuyorlar. Biz bunları çekerken bunlar doğaçlama biz istemeden ne yaptıkları ile ilgili konuşuyorlar, kameraya dahi bakmıyor. Yani istemeden ülkenin ekonomik sistemi ve besin piramidi gibi uçlaşan sistemi harikulade anlatıyorlar. Sonra Sokağa çöp kamyonu ve yıkama aracı girince biz mecburen monitör sulanmasın diye sokağın orta kısmına doğru yol alıyoruz. Yaklaşık bir dakika kadar yürüdükten sonra kız "Arkadaşlar çok teşekkür ederim, ben size bir kağıt vereyim tez sunumumda yardımcı olanlara teşekkür ettiğim bir slayt sayfası olacak orada adınızı yazarım" diyor. Ben içimden "Aferin iyi ki aklıma getirdin, gidip bizim şu çakala bu çekimi belgesel, melgesel yapacaksa sonunda cast akarken beni ışıkçı değilde prodüksiyon sıfatı ile anmasını isteyeyeyim" diye düşünürken arkadan bir patırtı kütürtü, kavga sesleri geliyor. Kızla şöyle bir gözgöze geliyoruz; "Bunu çeksek iyi olurdu aslında ya" anlamında bir bakış atınca aha s..i tuttuk şeklinde koşturmacaya başlıyoruz. Bu sefer o karmaşa ve koşturmacada görevim monitörü tutmak oluyor. Gidip bir bakıyoruz aslında önemli birşey değil. Ama tabi artık malları toplayanlar için önemli. Çöp kamyonu bunları topladığı büyükçe bir poşeti ezmiş. Tabi bunlar feryat figat şöfore bağırıp çağırıyorlar. Daha oraya varır varmaz daha doğrusu bizim bu çakal kamerasını açar açmaz bir de ışığın provakatif etkisi ile sesi duyup gelen memurlar kavga edenlere değilde direkt bize doğru oldukça şoven bir harektle daldılar. "üüüşş, iiop, çekme ulan, küme düyom" tandaslı. Gerçi sonradan öğrendim bunlar polis değilmiş. Şu an ismini hatırlayamadım ama polis gibi kıyafeti olan ama polisteki yetkileri elinde bulunmayan, esnafı denetleyen bir kurumun memurlar. Bu yüzden memur diyelim onlara şimdilik, sonra bulursam edit çekeriz. Herneyse, bunlar bizim üstümüze dalınca bizimkiler olayı anlatmaya çalışıyor, ama nafile. Şimdi yalan yok, bu yazının ortalarında bahsettiğim hiçbir işe yaramaz eleman birini hafiften bir itekleyince bu sendeleyip düşüyor. Bu kalkıp bunu direkt haşat ediyor. Lakin kızlardan biri polis, yok mu polis? diye bağırınca benim devreler yanıyor. N'oluyor lan? diyorum içimden, N'apıyoruz biz? Kimiz? Bu adamlar polis değil mi? Polisle kavga yapılırken polis mi çağrılır? Benim bildiğim tuzlukla koşulur şeklinde sıtkım sıyrılıyor. Ha, bu arada kucağımda monitör var, orayı atlamayalım. Ama yinede o halde bile itişmeyi ayırmaya çalışıyorum.

Uzatmayalım, sonra iki tane motosikletli polis geliyor oraya. Ha bu arada asıl kavganın sahipleri o sıra barıştı, hatta kol kola oturup bizim kavgamızı izliyolardı. Sağolsunlar nazik adamlardı. Neyse Beşiktaştaki emniyet müdürlüğüne götürecek bir araba geliyor. Yolda giderken Allahtan trafik vardı. Bu adamlarla ile ilk önce sinirli bir şekilde ağız dalaşına -özellikle kızlar- girmişken, muhabbet birden babacan rakı sofrası muhabbetlerine dönüşüyor. İlk kez Barbaros bulvarı trafiği işe yarıyor. Bulardan daha genç olanı "Çocuklar, vallahi sizi gazeteci, televizyoncu falan sandıydım. Şerefsizler her olayda bizi suçlu gösteriyorlar, ekmek çarpsın öyle. Hadi gelin, bakın siz de gencecik çocuklarsınız. hem sizin adınız hem bizimkiler lekelenmesin gelin şu kavgayı bitirelim, aşağıda sahilde inelim, yoluna gitsin. He gurban olduğum, he? " diyor. Biz birkaç saniyelik kontrpiyeden sonra tabi abi, ne demek zaten kavga bile etmedik diyoruz. Ama en arkadaki koltukta harem yapmış kızlar komünist partisi manifestosunu okuyan İstiklal caddesi genci gibi debeleniyor "Ya, hayır olur mu? Buraya kadar bunun için mi geldik?" tam o sıra artık yorgunluktan ölecek gibi olan ben tamda evimin olduğu yere yaklaşıp oradan kaçmanın planlarını yapıyorken bu kızlar böyle konuşunca ben bunlara dönüp" Bakınız, hepiniz erik gibisiniz anladık. Lakin günümü s.ktiniz attınız.Bu yüzden şimdi oraya gelirim hepinizin ağzını yüzünü bir s...m, etrafa da bulaştırmam, bak o kadarda iyi niyetliyim, anlatabiliyor muyum?" tadında bir bakış atınca bunlar tırsıyor, deplase oluyor. Belkide elimdeki mikrofonun kudretiydi o, karanlıkta süvari gibi gözüktüm o an, kim bilir. Sonraları abilerle derin muhabbete giriyor, hepimizin ismini öğreniyor, o gün pazarda aslında ne yaptığımızı anlatınca helal olsun diyor. İyi de bana niye söylemediniz ki? Kavga etmezdik ehehe diyor.

Ama herşeyiyle güzel bir gündü, sonraları sordum kız en yüksek not almış hocalarından.

****
Bir kilo pırasa 1.5 tl

Beş adet limon 1 tl

Bir adet stüdyo ışığı 179.50 tl

Polis arabasıyla giderken mavi gömlekli bir memurun "Peki şu elindeki çubuğa kaniş köpeği takmış arkadaşın ismi nedir sorusuna cevaben verilen Joe Jonese ağabey'e karşılık Co..Co..cones? Lan Ahmet şöfore söyle karakola götürsün bizi, aramızda gizli ajan var ehüehüehü, neyse bu kadar espri yeter" diyen adama küfretmenin bedeli; Paha biçilemez.

****

Not: Sercan birader söyledi; O memurların ismi Zabıta imiş.


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

OTOBÜS

Çalıştığım yerin teras-havalandırma arasında gidip gelen ama bizim ekibin genelde sigara içmek için kullandığı bir bölümü var. İki-üç ay önce yine arkadaşlarla sigara molası veriyoruz. Arkadaşlar sigaralarını bitirir bitirmez aşağı iniyorlar. Bizimkisi kaytarma ya, bir sigara daha yakayım gelirim birazdan diyorum aşağıya bunlara; tıpkı otobüs sadece 3 dakikalık mola verdiği halde aşağı sprinter edayla inip bu üç dakikada iki tane uzun samsun bitiren amcalar misali hızlı davranmaya çalışıyorum. Nitekim ikinci sigarayı bitmesine yakın cepteki telefon zangırdamaya başlıyor. O an bir çeşit beyin g.telekliği yaşıyorum. Telefonu almak için sağ elimdeki sigarayı terastan aşağı sallandıracağıma elimdeki bardağı atıyorum. Lan!Lan! demeye refleks göstererek bir an aşağı çömeliyorum. Bildiğin alaturka tuvalet s.çış poziyonu. Biri o an beni görse yanımda tuvalet kağıdı olmadığı için çatıdaki straforu koparır verir çalı-çırpı niyetine, irbik getireyim mi lan dürzü, taharet alırsın der. Bardak ...

PARALEL EVREN HİKAYELERİ; HAYALLER VE HAYAL KIRIKLARI TİYATROSU

Bölüm 4; Palyaço Siz yaptınız değil mi gençler bunu? diye soruyordu bize Rajmund Kazimir, nam-ı diğer Ray Reis. Evet, biz yaptık diyemedik o an. Ama kaçışan gözlerimizin ifadesi, onun kadar yıllarca samimiyetsiz gözlerin ilgi noktası olmuş odağında eriyip " Evet, biz yaptık reis " halini alıyordu. Çünkü o bir " palyaço " idi. İnsanların samimiyetsiz göz bebeklerini parlaklaştıran bir mesleği, meşakatsiz kıyafetlerle yıllar boyu babasının kurduğu sirkte bir palyaçoluk yaparak geçiştiren birinin aynı samimiyetsiz bakışların altında yatan mânaları insanların hal ve tavırlarından anlamaması pek pek âla mantıklı değil, öyleydi de zaten. Hepiniz beni idare ediyorsunuz değil mi? diyordu yaşlı Kurt. Max lakaplı bizim tayfanın liderine yönelerek; Max sana Old Trafford'un hikayesini anlatmıştım değil mi? diye soruyordu bu sefer. Max bize yönelerek anlamsızca bakışlar atarken devam etti Ray Reis; Oraya neden Hayallerin Tiyatrosu diyorlar biliyor...

KAHVEDEN ÇOCUKLAR - UZUN İHSAN

Geçen gün yine kahvede oturuyoruz. Televizyonda Kral Tv açık. Bizim kahve çok garip bir kahve, çok entarnasyonel. Bir duvarında Ankaralı Namık'ın posterleri varken diğer duvarında Ottowa'lı Rüstem diğerinde Magdalalı Meryem'in resimleri var, garip. Biz yine okey oynuyoruz. Okeyi vurup ıstakayı tam Bernard Lewis'in kafaya vuracakken yan masada kavga çıkıyor. Kafayı şöyle bir çevirince ne göreyim; bizim Uzun İhsan efendi Rene Descartes ile ağız dalaşına girmiş. Varoluşçuluğu ve imtiyeciliği tartışıyorlar. Dekart oradan bağırıyor;" Benim ortaya attığım şüpheli yaklaşımları Freud sonraları kitap yaptı İhsan Efendi, ne konuştuğuna dikkat et, lafını bil!" diyor. "Ortada düşünecek birşey varken, bu eyleme dönüştürülmediğinde başlar hezeyan. Sen düşünmüşsen bu kafandadır hala tasarım yapıyorsundur, eğer düşünmediysen kitaba yazmışsındır ki bu ortada tartışabilecek birşeyler olduğunu gösteriyor Dekart" diyor İhsan efendi. Tam o sıra Woody Alle...