Ana içeriğe atla

PARALEL EVREN HİKAYELERİ; İLAHİ KOMEDYA


Bölüm 1: İnferno


Yine paralel evrende geçen bir konu bu; havaya basit bir oyun için çivi çakanların mesken tuttuğu bir evrende yaşayan Baki ile uzak gezegenlerin corn-flakes çocuğu Kazım'ın hikayesi.


Hak edenlerle, yenilmişliklerin, istemsiz acemiliklerin evrensel karması esasında bu, ilahi komedya okur gibi, kahramanın sonunda öleceğini bilirsin ama hikayedeki karakterin aslında senin kafanda kahraman olduğunu bilmek istemezsin.


Sulugöz sakızını çiğnemek gibi; çocukça ama bir o kadar profesyonelce duygular, refleksler.


Sık sık Türkiyedeki taraftar forumlarında gezerim. Geçenlerde Baki Mercimek'in Çarşı grubuna stada bayrak yapımı için 1903 YTL hibe etmesine çok şaşırdım. Bunun şoven bir hareket olmadığını Çarşı grubunun forumlarındaki Baki'nin yaptığı diğer yardımları okuyunca anladım. Organ bağışı, Diyaliz makinası gibi. Belli yani , işin ucunda şovenlik yok.

2000 yahut 2001 yılı olmalı. Seagulls diye bir taraftar grubuna sahibiz o aralar, reisleri ile bizim tayfanın sıkı-fıkı münasebetleri var. Cumartesi Sunder'da pafların maçı var sonraki gün Hartlepool'a geçeceğiz otobüsle, united maçı var gelir misiniz demişler, bizde genciz, delikanlıyız atlıyoruz hemen, olur abi diyoruz.


Gidiyoruz külüstür bir otobüsle Sunderland'e. Adamların bir tane taraftarı yok, şaşırıyorlar tabi. Maç başlıyor bizimkiler 3'ü 5'i yemeye başladığında bizde başlıyoruz karşı takımdaki yedek oyunculara laf saydırmaya. Bir ara oyuna -oyunun son 10-15 dakikası olmalı- Jaap Stam kılıklı bir arkadaş giriyor. Ona da laf atıyoruz, bizim çocuklar zaten dan-dun oynuyordu, yeniliyoruz. Maçtan çıkarken millet kendi aralarında konuşuyor; sonradan giren çocuk Aj
ax altyapısından bedavaya gelmiş, bizim kolpa menajer Wright neden böyle oyuncuları izlemiyor tadında. Amatör bir maç olduğu için ismini de öğrenemiyorum, ama hafiftende seviyorum o çocuğu, gelecekte iyi olacak oyuncuları tahmin etme yeteneğim düşük de olsa onun iyi bir oyuncu olacağını seziyorum.

Yıllar sonra Londra'da Cemestre Hill 'de bir Türk lokantası var, orda demleniyoruz Türk arkadaşlarla. Türkiyeden maçları canlı yayınlıyorlar; Beşiktaşında Antep'le maçı var. Birden bizim Stam'ı görüyorum ekranda. Etrafa da soramıyorum bu çocuk nerden geldi diye, kendimi doğrulamam lazım, doğrularsam yıllar önceki tahminim tutacak, oyuncu yeteneğini yargılama konusunda güvenim yerine gelecek. Ama yok , kimse bilmiyor. Derken yardımıma Ercan Taner yetişiyor, bizim çocuk Sunder'dan Beşiktaşa gelmiş. Gerçi futbolu pek iyi değil. Soyadını öğrenince birazda gülümsüyorum hani; Mercimek diye soyad mı olur olum stam diye.





Bölüm 2: Purgatorio



Yıl 2005, Maçlara iş-güç dolayısı ile pek gidemez oluyorum. Zati bu arada bir Türkiye maceram oluyor, Hove Albion'a karşı soğuyorum. Peder beyi'de kaybetmişiz, valide ile pek geçinemiyoruz. Ayrı bir eve çıkıyorum.


Ev değiştirmemle birlikte taşındığım evin içi taraftar barına dönüşüyor. Hove Albion'a yeniden sıkı sıkı bağlanıyorum. Seagulls'un reisi ben Türkiye'de iken değişmiş, ama bu yeni reis pek bir sıcakkanlı, hemencecik aramızdan su sızmamaya başlıyor. İçerdeki maçlara gidiyorum, deplasmanlarınsa çoğuna. Hatta lakap bile takılıyor bana Joe the Turk.

Bir gün çalıştığım büroya telefon geliyor; Hey Joe radyoda duydum, bizimkiler Bury'den 18 yaşında Türk bir çocukla anlaşmışlar, tanıyor musun diyor. Yok diyorum. İsmi neymiş diyorum? Bilmiyorum diyor. Dalga geçtiğini sanıyorum.

Ertesi hafta sonu içerde maç var Doncaster'la. Gidiyoruz tabi. Tribünde bizim tayfa çocuğu soruyorlar bana, atletikmiş diyorlar. Kulübede zayıfça bir çocuk var ama Türk'e pek benzemiyor. Ben Hasan, Mehmet gibi birşeyler bekliyorum, hafifte heyecanlıyım. O maçın ikinci yarısında giriyor oyuna ismi Colin imiş. Bu mu Türkmüş lan diye hayıflanıyorum tayfaya. Abi ne yapalım elimizde bu kaldı bakışları var bizimkilerde.

Oyuna girer girmez biraz etkisiz kalıyor bizim Kazım. Solda başlıyor, sağa geçiyor birkaç güzel hareket yapıp hafiften gönlümü de çalıyor hani. Hafif umursamaz tavırları var bizim çocuğun nitekim son dakikalarda pek koşmuyor, zaten Doncaster'e 3 tane çakmışız. Akşam bara gidiyoruz, yiyip içiyoruz yine. Derken aklıma bizim validenin Kıbrıs connection'ı aklıma geliyor. Mübarek İngilteredeki tüm Kıbrıs'lı Türklerin kütüğünü çıkarır, zaten çoğu da Brighton'da. Gece geç saatlerde gidiyorum yanına, görünce şaşırıyor beni. Yine mi çok içtin diyor; polis bile anlamadı anne sen nerden biliyorsun diye isyan ediyorum. Hemen soruyorum yahu bizim takıma bir çocuk geldi Bury'den annesi mi babası mı ne Kıbrıs Türküymüş tanıyor musun deyince bizim valide basıyor tekmeyi bize. Hayırsız, annenin yanına bunun için mi geldin diyor, haklı da..

Bir-iki ay geçiyor.

Geceleyin saat üç gibi olmalı, oturduğum dairenin 2 blok yukarısında patırtı, gürültüler geliyor. Camdan bakıyorum, polis birkaç kişiyi arabasına alıyor. Sabah Pakistanlı komşumdan bir duyuyorum ki bizim Kazım ve yanında takımdaki 3 kişi kokain alemi yaparlarken Polis de Verin bakalım bizde bir iki fırt çekelim tadında basıyor evi. Ama bizim tayfa duymamış daha.



Ertesi hafta içerde maç var takımın ismini unutmuşum, her neyse. Koç bizim kafadarları kesmiş anlaşılan, dördü de yok kadroda. Millet tabi soruyor bunlar nerde diye, sakatlar galiba diyorlar neyseki oradan biri, kan-ter içinde kalıyorum niyeyse.


Şimdi bunları yazarken küçük bir not düşeyim; daha çok yerel takımların oyuncuları uyuşturucudur, ertesi gün maç günü olduğu halde karı-kız alemleridir, maç satmadır, taraftar pataklama gibi olaylara karışırsa ertesi günü çizik bir suratla sahalara çıkar. Tek laf bile etmez. İşte ben bu yüzden korkuyorum bizim çocuğu çizerler diye. Neyse ki tayfanın pek haberi yok, zaten lige 14-15 günlük bir ara veriliyor. Daha doğrusu bizimkilerin kuzey divisionundaki maçları kötü hava dolayısı ile iptal oluyor. Benimde şantiye işim çıkıyor, Salisbury'e gidiyorum tam o sıra.

Ben gittikten sonra Kazım ve tayfası rahat durmuyor tabi. Sonraları duyuyorum, Halifax'taki alış-veriş merkezinde reisin tayfasındaki bir elemanın kız arkadaşına çapkınlık yapınca başına bela alıyor. Bu olayı barda anlatan arkadaşım, Kazım ve arkadaşlarının pataklanırken ağladığı sahneyi taklit ederken, ben gülmeyi bırakıp utanıyorum.

Nisan ayı gibi tekrardan Brighton'a dönünce Kazım'ı yedek kulübesinde buluyorum. Pek tadı kalmamış diyorlar, yıl sonunda gidecek söylentileri varmış. Nitekimde sonraları öyle yapıyor önce Sheffield, sonraları Fener'e gidiyor.


Bölüm 3: Paradiso

Bir kaç yıl geçiyor aradan. Futbola olan bakış açım değişiyor, yahut 30'lu yaşlara dayanmış vücudum heyecan istemiyor, bilemiyorum artık.

Halil İbrahim var sağolsun Brighton'da. Bizi Türk yemeklerinden eksik etmez. Gel abi diyor akşama, güzel balığım var diyor, Beşiktaş- Fener maçı var hem kafa dağıtırsın diyor. Puan durumu ne oldu sahi Türkiyede diyorum Halil'e. Abi beşiktaşın kesin yenmesi lazım diyor Feneri. Aradaki puan farkı 2 diyor.

Bakıyorum yapacak birşey yok, tamam gelirim diyorum.

Maça 5-10 dakika gecikiyorum, tam girer girmez Beşiktaş bir tane gol kaçırıyor. Oturuyorum masama. Kazım'ı ilk onbirde görünce şaşırıyorum, açıkcası yadırgıyorum, çünkü Fenerbahçe'de oynayabilecek bir kapasitede olduğuna inanmıyorum. Zaten o sıralar birkaç top kaptırınca arkamdan homurdanmalar başlıyor. Bizim Baki hala oynuyor Beşiktaş'ta, komik çocuk vesselam.

Maçın hangi dakikasıydı hatırlamıyorum, Kazım Baki'nin önünden Alex'e orta açıyor, Alex de kaleye.

Maç sonlarına doğru yanlış duymadıysam Baki'ye gelen her topta taraftar Baki'yi kimi zaman ıslıklıyor, kimi zaman protesto etmek için alkışlıyor. Yanımdaki çocukta Abi bu kazım geldiğinden beri en iyi topunu oynadı diyor, Fenerli değilim Beşiktaşlıyım deyince Pardon abi diyor.

Sezon bitiminde Baki kovuluyor, Ankara'ya gidiyor. Tabi bizim oyuncu potansiyeli yargılama hakkında kendimize güvenimiz de yalan oluyor.

Çok fazla uzattım biliyorum, kısa keselim.

Benim belli bir hayat görüşüm var; Hayatta yaşayan tüm canlıların evrensel bir karması vardır, ve bunlar paralel evrendeki görünümlerin tersten yansımasıdır. Yani paralel evrende Baki çok iyi bir oyuncu, Kazım çok efendi bir çocuktur, kannımca.


Mark Woodberg bir yazısında şöyle diyor; paralel evrende oluşturulan iki düşünce yahut iki nesnel gerçek beşeri sistemde aynı ortamda bulunursa zaman kayması yerine Dante'nin İlahi Komedyası'nda tasvir edilen cennet ışıkları gibi bir ışık süzülmesi ortaya çıkar ve o ışığı yalnızca paralel evrende yaşayanlar görür.



Eminim Baki o ışığı görmüştü, ve pozisyonda hata yapmasının sebebi buydu, Tıpkı suçu olmayan Kazım gibi. 


By Joe Jonese Ateşdağlı


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

OTOBÜS

Çalıştığım yerin teras-havalandırma arasında gidip gelen ama bizim ekibin genelde sigara içmek için kullandığı bir bölümü var. İki-üç ay önce yine arkadaşlarla sigara molası veriyoruz. Arkadaşlar sigaralarını bitirir bitirmez aşağı iniyorlar. Bizimkisi kaytarma ya, bir sigara daha yakayım gelirim birazdan diyorum aşağıya bunlara; tıpkı otobüs sadece 3 dakikalık mola verdiği halde aşağı sprinter edayla inip bu üç dakikada iki tane uzun samsun bitiren amcalar misali hızlı davranmaya çalışıyorum. Nitekim ikinci sigarayı bitmesine yakın cepteki telefon zangırdamaya başlıyor. O an bir çeşit beyin g.telekliği yaşıyorum. Telefonu almak için sağ elimdeki sigarayı terastan aşağı sallandıracağıma elimdeki bardağı atıyorum. Lan!Lan! demeye refleks göstererek bir an aşağı çömeliyorum. Bildiğin alaturka tuvalet s.çış poziyonu. Biri o an beni görse yanımda tuvalet kağıdı olmadığı için çatıdaki straforu koparır verir çalı-çırpı niyetine, irbik getireyim mi lan dürzü, taharet alırsın der. Bardak ...

PARALEL EVREN HİKAYELERİ; HAYALLER VE HAYAL KIRIKLARI TİYATROSU

Bölüm 4; Palyaço Siz yaptınız değil mi gençler bunu? diye soruyordu bize Rajmund Kazimir, nam-ı diğer Ray Reis. Evet, biz yaptık diyemedik o an. Ama kaçışan gözlerimizin ifadesi, onun kadar yıllarca samimiyetsiz gözlerin ilgi noktası olmuş odağında eriyip " Evet, biz yaptık reis " halini alıyordu. Çünkü o bir " palyaço " idi. İnsanların samimiyetsiz göz bebeklerini parlaklaştıran bir mesleği, meşakatsiz kıyafetlerle yıllar boyu babasının kurduğu sirkte bir palyaçoluk yaparak geçiştiren birinin aynı samimiyetsiz bakışların altında yatan mânaları insanların hal ve tavırlarından anlamaması pek pek âla mantıklı değil, öyleydi de zaten. Hepiniz beni idare ediyorsunuz değil mi? diyordu yaşlı Kurt. Max lakaplı bizim tayfanın liderine yönelerek; Max sana Old Trafford'un hikayesini anlatmıştım değil mi? diye soruyordu bu sefer. Max bize yönelerek anlamsızca bakışlar atarken devam etti Ray Reis; Oraya neden Hayallerin Tiyatrosu diyorlar biliyor...

KAHVEDEN ÇOCUKLAR - UZUN İHSAN

Geçen gün yine kahvede oturuyoruz. Televizyonda Kral Tv açık. Bizim kahve çok garip bir kahve, çok entarnasyonel. Bir duvarında Ankaralı Namık'ın posterleri varken diğer duvarında Ottowa'lı Rüstem diğerinde Magdalalı Meryem'in resimleri var, garip. Biz yine okey oynuyoruz. Okeyi vurup ıstakayı tam Bernard Lewis'in kafaya vuracakken yan masada kavga çıkıyor. Kafayı şöyle bir çevirince ne göreyim; bizim Uzun İhsan efendi Rene Descartes ile ağız dalaşına girmiş. Varoluşçuluğu ve imtiyeciliği tartışıyorlar. Dekart oradan bağırıyor;" Benim ortaya attığım şüpheli yaklaşımları Freud sonraları kitap yaptı İhsan Efendi, ne konuştuğuna dikkat et, lafını bil!" diyor. "Ortada düşünecek birşey varken, bu eyleme dönüştürülmediğinde başlar hezeyan. Sen düşünmüşsen bu kafandadır hala tasarım yapıyorsundur, eğer düşünmediysen kitaba yazmışsındır ki bu ortada tartışabilecek birşeyler olduğunu gösteriyor Dekart" diyor İhsan efendi. Tam o sıra Woody Alle...