Ana içeriğe atla

PAF PUF WIMBLEDON A.F.C



Çocukların hayalleri vardır. Umutları, kırgınlıkları, düşleri, kabusları, bitmeyen istekleri. Tüm bunlar çocukken düşünüldüğünde çikolata, yetişkin bir birey olunup düşünüldüğü zaman size depresyon hırkası olarak geri döner. Çocukken yapılamayanlar histeri olarak kalır, yetişkinken yapılamayanlar ise çocukça.

Ama herşeyden öte bir gerçek vardır ki o da çocukların hayallerinin büyüklüğü. Hayalkırıklıkları ile ölçemeyiz bu büyüklüğü. Dr.Freud böyle bir ölçüm cihazı yapmış olabilir mi onu da bilmiyorum.

Ne kadar bir çocuğun babasının cebinde para olup olmadığını bilmeden "bana şunu al, bunu al " demesi "umut" ise, bu cebinde parası olmayan baba için "hayalkırıklığıdır". Babanın çocuğu için düşlediği "düşleri" yıllar sonra gerçekleşmeyince "kabus" olur çocuk için bu onun "çocukluğunda".


Seksenli yılların sonu, heves edip pederbey'den gizlice Wimbledon altyapısına ismimizi yazdırıyoruz. Heves değil aslında bizimkisi, diğer çocuklarınki gibi. O dönem televizyon, radyo, gazete futbolla yatıyor futbolla kalkıyor. Ancak futbolun sahte bir meslek olduğuna inanan ebeveyn sayısı bir hayli yüksek, şimdiki gibi değil. Şimdilerde Anne-baba bizzat kendisi götürüyor çocuğunu futbol öğrensin diye.

Tabi şimdinin bir hayli farkı var. Olay sadece altyapı değil. Örneğin Fulham, Arsenal altyapısı sadece futbol öğretmez, okulu vardır, okul hocaları iyidir. Hatta kilisesi dahi vardır, çocuklara din öğretilir. Bu ebeveynler için bir fırsat, nasıl olsa bedava. Dışarıdaki okullara para akıtacağıma çocuğumu buraya yollarım, bakarsın topçu olur olmazsa koleje gider, mesleği olur düşüncesi içerisindeler. Bizim dönemimizde böyle değildi. Bizim dönemimizde futbolculuk alçak bir meslek idi. Altyapı mefhumu, düşük liglerden oynayan oyuncuları yedek oyunculara dönüştürmek, kim bilir birgün ilk takımda oynatmak idi. Bir çeşit eliminasyon sistemi.


Çocuğuz işte, biz de merak ediyoruz. Hayal kuruyoruz kimisi Joslyn oluyor, kimisi Ken Coote, Gazza, kimi Clive Allen'ım ben diyor mahallede top koştururken, herkesin bir hayali var ebeveynlerinden gizli.

Wibmledon altyapısının denemelerini geçiyoruz bir haftalık top toplamanın sonunda. Bize gün veriyorlar şu gün gelin diye. Okul çıkışı bir gidiyorum millet doldurmuş sahayı, kimi top sektiriyor, kimi artistik hareketler yapıyor. Dan isminde yaşlı bir koç var geliyor sahaya, bize anlatıyor futbolu. Ama sanarsın sparta ordusuna sesleniyor, bir havalar, bir kendini beğenmişlikler, sanki futbol otoritesi gibi. Bu bize bir hafta boyunca neler yapmamız gerektiğini, futbolun aslında mental açıdan daha önemli olduğunu, fiziksel gelişimin mental gelişimden daha az önemli olduğunu anlatıyor da anlatıyor. Tipik Klasik Hollywood filmlerindeki koçlar gibi, hani şu ukala, durmadan donut yiyen adamlardan. Bir hafta bize futbolu anlattıktan sonra elimize topu verip ilk onbir'e onbir maçımızı yaptırmak için sahaya çıkarıyor bizi. İlk önce nerelerde daha iyi oynadığımızı ölçecek.

Lakin maç bir başlıyor bunun bize anlattığı futbol ile ilgili bilgiler havaya uçuşuyor. Herkes topun peşinde koşuyor. Bir tek kaleciler, o da artık ayıp olmasın diye topun peşine takılmıyorlar. Hani yukarıdan kuşbakışı biri görse mahalle kavgası falan sanacak. Büyük Türk düşünürü Ömer Üründül'ün bahsettiği "kademe anlayışı", "defansın derinliğinin kaybolduğu an", "bloklar arası bağlantı" gibi mefhumları, kavramları tek kalemde s....ip atıyoruz, çocukluk ama. Bir noktadan sonra koç, birkaç bencil, topu alınca tek başına oynayan mahalle topçusu eskisi çocukları direkt kovuyor antreman sahasından, disiplin had safhada, tırsıyoruz müdür..

Hafta sonu abilerin maça gitmek için koç içimizden sekiz-on kişiyi topluyor. Bizde "tamam koçun gözüne girdik, artık takımda oynarım bundan sonra" diye monologlar üretiyoruz kendi kendimize. Yalnız sonra anlaşılıyor ki bizi top toplamak için götürmüş oraya. Bizim Wimbledon o zaman kötü durumda, ama şöyle oynayan adamlara bir bakıyorum hepsi doğuştan futbolcu gibi. Maç öncesi kaleye şut atıyorlar böyle sert sert, içimden vay be diyorum. Maç başlayınca ısınırken attıkları şutlardan bir tane bile atamıyorlar rakip kaleye, yeniliyorlar.


Ertesi hafta antremana gidiyorum, lisansımı çıkarmış koç seviniyorum. O basit bir kağıt parçasında ismimi görünce inanılmaz seviniyorum, Lisans için bizimkilerin vekalet imzası gerekiyor onu da bir çakallık yapıp hallediyorum, kendim atıyorum imzayı.

Ortada olan işi şimdi düşündüğümde, daha doğrusu şu an ki altyapı sistemini gördüğümde o günkü yapılanlar o kadar komik geliyor ki dostlarım, anlatsam inanmazsınız. Bir keresinde koç sırf benim soyadım İtalyan soyadına benziyor diye beni defansa monte etmişti. Bir arkadaşı da babası terzi olduğu için forvete, malum zaman işleri bedavaya getirme zamanı. Ama olsun, bu sefer kendime ikon olarak defans oyuncusu bakıyorum. Düşünüyorum acaba şöyle bildiğim iyi bir defans oyuncusu var mı diye? Ama yok. Çocukluk işte gol atanlar ikon oluyor kafalarda.

Bir gün abilerin antremanını izliyoruz, sırf onlar antremanı bitirsin, bizde antreman sonrası sahaya girip fazladan çalışalım diyoruz. Hani vardır ya filmlerde normal çalışmadan daha fazla çalışıp takıma giren masum çocuk, bir umut bizimkisi belki bizde öyle oluruz diyoruz. Antreman sahasına girdiğimizde birkaç büyük henüz çalışmasını tamamlamamış gidiyoruz yanlarına. Bize nasihat verin gibisinden birkaç laf ettikten sonra bunlar başlıyor konuşmaya, sanarsın Platini konuşuyor. Yahu altı üstü division liginde oynayan topçusun ne bu artistikler, afralar-tafralar diyemiyoruz o gün, çünkü büyük saygı duyuyoruz onlara. Okul hocaları da bir garip, sırf akademiye girdik diye bizden uzaklaşıyorlar, kötü not veriyorlar. Dedim ya futbola bakış açısı o sıralar kötü. Futbol ipe sapa gelmez anarşist, holiganik davranışlar gösteren insanların takip ettiği işçi sınıfı sporu olarak görülüyor, ki o zaman öyleydi de.

Bir gün yine antreman sahasındayız, zaman geçtikçe artık kim nerede oynayacağını biliyor. Maç sırasında top bana geliyor, topu alıyorum tam kaleye orta yapıcakken Peter diye hayvanın biri geliyor ayağıma dalıyor, diz kapağımı kırıyor. Hiç unutmam ortayı yaptıktan sonra koça bakıyorum ilk önce gözüne girdim mi diye. Girdik girmesine de aynı zamanda futboldan da çıktık, diz kapağımız kırılmış, benim için futbol bitiyor o an.

Yıllar sonra Londra'da şantiye işi yapıyorum. Sırf işim, kaldığım yer Edmonton'da olduğu için Tottenham'lı çocukların takıldığı barlara takılıyorum, maça gidiyorum onlarla. Birgün bardayken biri takılıyor gözüme. Bir süre sonra bu yaklaşıyor yanıma, Joe? diyor. Ben bunun tam ismini hatırlamayacakken ismini söylüyor. Scott? Wimbledon? diyor, o an hatılıyorum, hafiften bozuntuya vermemek için kusura bakma ya ehehe diyorum. Konuşuyoruz eskilerden. Konu maça gelince sahi n'aptı bizimkiler , futbolcu olabildiler mi? diyorum. Yok Joe kulüp zaten battı haberin vardır Keynes oldu. Bizimkilerden çoğu ise meslek sahibi oldu hatta çoğu evlendi diyor. Hatta bizim Chad ile görüşüyorum çocuğu olmuş, geçenlerde görüştüm diyor. Klasik lise anıları tadında konuştukdan sonra numarasını alıyorum bizimkinin, ama aramıyorum.

Futbol güzeldir, gösterişlidir bunu biliyoruz ama altyapı olayı eğer iş profesyonel bir şekilde yapılmıyorsa sadece "umut dükkanıdır". İşe ilk önce çocuğun akademik öğrenimini verecek derecede akademiler, bilimsel yaklaşımlar içermeyen altyapı adındaki kurumlar sadece senede bir çocuğu futbolcu yaparken işe arabesk bir biçimde yaklaşıp onlarcası, yüzlercesini heba ediyor. Bu işe profesyonel bir biçimde yaklaşılmamasının sebebi, nedeni. Futbolcu olamayan çocuklara "hadi artık çocuklar size güle güle" dendiğinde çocukların elinde ne bir okul ne de bir meslek sertifikası olmadığından çocuklar hayatının en verimli olabilecek zamanında "umutlarını" yitirmiş populasyonu oluşturuyor.

Ayağım kırıldı kurtuldum x işinden denecek bir başka meslek, iş, oluş tanımıyorum ben Futboldan başka, hayal kırıklıklarını unutmaz isek.

By Joe Jonese Ateşdağlı

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

OTOBÜS

Çalıştığım yerin teras-havalandırma arasında gidip gelen ama bizim ekibin genelde sigara içmek için kullandığı bir bölümü var. İki-üç ay önce yine arkadaşlarla sigara molası veriyoruz. Arkadaşlar sigaralarını bitirir bitirmez aşağı iniyorlar. Bizimkisi kaytarma ya, bir sigara daha yakayım gelirim birazdan diyorum aşağıya bunlara; tıpkı otobüs sadece 3 dakikalık mola verdiği halde aşağı sprinter edayla inip bu üç dakikada iki tane uzun samsun bitiren amcalar misali hızlı davranmaya çalışıyorum. Nitekim ikinci sigarayı bitmesine yakın cepteki telefon zangırdamaya başlıyor. O an bir çeşit beyin g.telekliği yaşıyorum. Telefonu almak için sağ elimdeki sigarayı terastan aşağı sallandıracağıma elimdeki bardağı atıyorum. Lan!Lan! demeye refleks göstererek bir an aşağı çömeliyorum. Bildiğin alaturka tuvalet s.çış poziyonu. Biri o an beni görse yanımda tuvalet kağıdı olmadığı için çatıdaki straforu koparır verir çalı-çırpı niyetine, irbik getireyim mi lan dürzü, taharet alırsın der. Bardak ...

PARALEL EVREN HİKAYELERİ; HAYALLER VE HAYAL KIRIKLARI TİYATROSU

Bölüm 4; Palyaço Siz yaptınız değil mi gençler bunu? diye soruyordu bize Rajmund Kazimir, nam-ı diğer Ray Reis. Evet, biz yaptık diyemedik o an. Ama kaçışan gözlerimizin ifadesi, onun kadar yıllarca samimiyetsiz gözlerin ilgi noktası olmuş odağında eriyip " Evet, biz yaptık reis " halini alıyordu. Çünkü o bir " palyaço " idi. İnsanların samimiyetsiz göz bebeklerini parlaklaştıran bir mesleği, meşakatsiz kıyafetlerle yıllar boyu babasının kurduğu sirkte bir palyaçoluk yaparak geçiştiren birinin aynı samimiyetsiz bakışların altında yatan mânaları insanların hal ve tavırlarından anlamaması pek pek âla mantıklı değil, öyleydi de zaten. Hepiniz beni idare ediyorsunuz değil mi? diyordu yaşlı Kurt. Max lakaplı bizim tayfanın liderine yönelerek; Max sana Old Trafford'un hikayesini anlatmıştım değil mi? diye soruyordu bu sefer. Max bize yönelerek anlamsızca bakışlar atarken devam etti Ray Reis; Oraya neden Hayallerin Tiyatrosu diyorlar biliyor...

KAHVEDEN ÇOCUKLAR - UZUN İHSAN

Geçen gün yine kahvede oturuyoruz. Televizyonda Kral Tv açık. Bizim kahve çok garip bir kahve, çok entarnasyonel. Bir duvarında Ankaralı Namık'ın posterleri varken diğer duvarında Ottowa'lı Rüstem diğerinde Magdalalı Meryem'in resimleri var, garip. Biz yine okey oynuyoruz. Okeyi vurup ıstakayı tam Bernard Lewis'in kafaya vuracakken yan masada kavga çıkıyor. Kafayı şöyle bir çevirince ne göreyim; bizim Uzun İhsan efendi Rene Descartes ile ağız dalaşına girmiş. Varoluşçuluğu ve imtiyeciliği tartışıyorlar. Dekart oradan bağırıyor;" Benim ortaya attığım şüpheli yaklaşımları Freud sonraları kitap yaptı İhsan Efendi, ne konuştuğuna dikkat et, lafını bil!" diyor. "Ortada düşünecek birşey varken, bu eyleme dönüştürülmediğinde başlar hezeyan. Sen düşünmüşsen bu kafandadır hala tasarım yapıyorsundur, eğer düşünmediysen kitaba yazmışsındır ki bu ortada tartışabilecek birşeyler olduğunu gösteriyor Dekart" diyor İhsan efendi. Tam o sıra Woody Alle...